15 Ekim 2012 Pazartesi

04:00 - hikmet hükümenoğlu


6-
mikroskobik bir dairede yaşamanın birtakım faydaları olduğunu kabul etmem gerekir. mesela uyku sersemiyken kalkp kapıyı açmak, mutfağa gidip kahvaltı hazırlamak ve geri dönmek için toplam on adım atmak yetiyordu. kışın en soğuk gününde bile orta boy bir elektrik sobası bütün evi ısıtıyordu.

9-
kırmızı ışıkta durmuş beklerken ben de taksim meydanı'ndaki binlerce kişiyle birlikte bülent ersoy'un ameliyat öncesi sesinden baharı bekleyen kumrular'ı dinledim. bir yandan da istanbul'un bülent ersoy'a nasıl benzemeye başladığını düşündüm. o da eskisine kıyasla daha heybetli ve daha gösterişliydi. ve o da artık gerçeküstü sayılacak bir seviyeye yükselmişti.

11-
bazen kafamı kaldırıp etrafa bakındığımda çok tuhaf bir hisse kapılıyordum. seyretmek istemediğim bir filme ait dekorların içine hapsolduğuma dair boğucu bir his. doğduğum şehir nasıl bu hale gelmişti, anlayamıyordum. gökyüzünde hangi yıldız yerinden bir milim oynamış, hangi kara delik yönünü şaşırmıştı da, istanbul bir türlü son nefesini veremeyen bu canlı cesede dönmüştü?

45-
istanbul, markalı çöplerin şehri.

49-
insan tek başına yemek yerken neleri düşünüp neleri düşünmeyeceği lüksüne pek sahip değildir, ama yine de elimden geleni yaptım.

146-
sabri usta kendisini gereğinden fazla ciddiye alan ve takıntılarıyla barışık olmayan, rahatsız edici adamlardan değildi.

150-
nazikçe konuşurken bile her sözünün sonu toplu iğne gibi sivri çıkıyordu.

154-
eğer hamur mayası ya da transistörlü radyolar hakkında konuşmak isterseniz belki biraz yardımcı olabilirim, ama inanın o konularda bile uzman sayılmam.

170-
gerçek sanıp sırtımızı yasladığımız her şeyin çatlaklarla dolu olduğunu görünce, korku anlık bir şey olmaktan çıkıp hiç bitmeyen bir kâbusa dönüşüyordu.

175-
koltuk, nereme batacağını bildiğim yayları ve inatçı gıcırtılarıyla eski bir arkadaş gibi kucakladı beni.

175-
gözlerinizi açtığınızda bazen nerede olduğunuzu hatırlayamazsınız, bazen de kim olarak uyandığınızı. ilk önce rasgele sorular gelir aklınıza: radyoda çalan parça neydi, kalkıp çay suyu koysam mı, içerisi niye bu kadar soğuk? sonra hatırlamanıza yardım edecek ipuçları görmeye başlarsınız etrafınızda: pencere açık uyumuşum, pencere her zamanki yerinde değil, başımın altındaki yastık da her zamanki yastık değil, başka bir evdeyim. ve son olarak da asla hatırlamak istemediğiniz gerçekler üşüşür beyninize. bir gün önce karınızla ettiğiniz o kavga. ödemeniz gereken borçlar. doktorun telefon edip haber verdiği tahlil sonuçları. belki de çok daha korkunç şeyler. bir saniye önce tasasız, bembeyaz bir boşluğun içindeyken, iki nefes sonra gerçek hayatınızın beton zeminine kafa üstü çakılırsınız.

183-
bir zamanlar ben de herkes gibi her şeyin daha fazlasını istiyordum. daha fazla olmayı. daha önemli olmayı. hayatın bir önemi olmasını. şimdi sadece daha az olmak istiyorum.

185-
kadınların yanılgısı: bir adama aşık olduklarında, ona dünyanın en büyük nimetini bahşettiklerini sanıyorlar. verebilecekleri en değerli hediyeyi verdiklerini. yapabilecekleri en büyük fedakarlığı yaptıklarını.
sanıyorlar ki, böyle bir durumda herife ancak diz çöküp minnet duymak düşer. hele bir duymasın. ben sana kalbimi sundum. ben sana aşkımı sundum. sen nasıl kıymet bilmez bir hayvansın, nasıl bencil bir öküzsün ki, beni prensesler gibi başının üzerinde taşımıyorsun.
peki aynı şey bir kadının başına gelse, hanımefendi ne yapar? hiç o gözle bakmadığı, hiç o şekilde ilgi duymadığı bir adam kendini onun kollarına atsa, aşkını ilan etse? çükünü çıkarıp gösterse? hadi çükü bir kenara bırakalım,  sadece aşkını ilan etse?
belki biraz gururu okşanır. belki biraz üzülür. büyük olasılıkla acayip rahatsız olur. ama günün sonunda suçlu durumuna düşeceğini aklına bile getirmez herhalde.

198-
istanbul, aklını kaybedip belasını bulanların şehri.

207-
hayat çok aptal.

211-
para konusunda hep gergindi defne. açık açık söylemese de şımarık bir prenstim onun gözünde. sadece öyle davranmıyordum.
eve dönerken kendi lükslerimi düşündüm. beni sakinleştiren, kafamdaki şeytanları bir süre susturan şeylerin listesini yaptım.
1. dışarıda fırtına kıyamet, yer yerinden oynarken sıcak bir evde oturmak, dışarı çıkmak zorunda olmamak. ev tek odadan, sıcaklık da küçük bir elektrik sobasından ibaret olabilir.
2. rasgele çalmaya başlayan bir müziğin güzelliğine kapılıp, sadece birkaç saniyeliğine bile olsa, evrende gerçekten kusursuz bir düzen olduğuna inanmak.
3. özenle hazırlanmş bir tabak yemeğin önüne oturmak.
4. benden nefret etmeyen bir kadınla sevişmek. mümkünse öğleden sonra, hava henüz aydınlıkken.
5. zenith royal 755

217-
the hour when the earth takes back its warm embrace.
the hour of cool drafts from extinguished stars.
the hour of do-we-vanish-too-without-a-trace

wislawa szymborska, four a.m.

226-
arabaya biner binmez konuşmaya başlayıp hiç susmamıştı. gözlerini hiç yoldan ayırmadan, benim onu dinleyip dinlemediğimi umursamadan, kendi kendine konuşup durdu. ruhen dağılmamak için büyük bir güç harcıyordu. bir an durup içindeki karanlığa bakarsa o deliğe düşer, bir daha da dışarı çıkamazdı.

263-
defne'yle sadece ikimize ait özel bir dilimiz vardı. birbirimizi kızdırmak için kullandığımız cümlelerden, sırf tekrarlamış olmak için sürekli tekrarladığımız espirilerden, ikimizin de ağzına yakışmayan ama inatla söylediğimiz sözcüklerden, yalnızca bize anlamlı gelen acayip vurgulardan, yanlış telaffuzlardan oluşan engebeli bir dil. başkalarıyla konuşmaya çalışmak, aniden yüzmeyi unutup kendimi buz gibi bir okyanusun tam ortasında bulmak gibi gelirdi bana. ya da sudan korkan bir balinaya yüzmeyi öğretmek gibi. defne'yle konuşmak ise nefes alıp vermekten daha doğaldı.

314-
kalabalık caddelerden ayrılıp sadece üzerinde yaşayan insanların bildiği, sadece onlara aitmiş gibi duran sokaklara saptık.

350-
inanılmaz derece hüzünlü ama bir o kadar da huzurlu bir şarkıydı. kabullenmenin ölçülü, sınırlı huzuru.
http://fizy.com/#s/1o58g6

-
üç çeşit insan vardır. birincisi, önüne karanlık bir kuyu çıktığında kafasını çeviren, çok geçmeden de bir kuyu gördüğünü unutanlardır. ikincisi, önüne karanlık bir kuyu çıktığında içine düşüp bir daha çıkmayanlardır. ve üçüncüsü de, önüne karanlık bir kuyu çıktığında bellerine kadar sarkıp içine bakanlar, ışık tutup dibini aydınlatmaya, belki aşağıda birisi vardır diye ip sarkıtmaya çalışanlardır.

11 Ekim 2012 Perşembe

aşka veda - can dündar


can

13-
aşk devrimcidir.
otorite, düzen, nizam tanımaz.
coşkuyla çarpan iki kalbin yarattığı etkiye hiçbir direnç dayanmaz.
sınırlar, harp içindir; aşk sınırdan anlamaz.
yaş, sosyal statü, renk, ırk, cins, dil, mezhep, milliyet farkı, tutkuya mâni olamaz.
iki yürek buluştu mu onları dizginleyen çitler, bariyerler, örf ve âdetler, gelenek ve görenekler, ilkeler, nizamnameler, akrabalar ebeveynler tutuşur.
ten, derde ilaç olur; ölüm, ayrılığa yeğ tutulur.
seven iki yürek, ayrılmaya zorlandıkça birleşir.
aşk, yalnızca içeriden yıkılabilen bir kaledir. sadece âşıkların birbirini yemesiyle yok olur.

***

devrimcinin düşmanı düzendir.
kazanmanın konforlu rehaveti, "elde ettim işte!" felaketine dönüşür kısa zamanda...
devlet, aile, özel mülkiyet el ele verip işe karışır; büyük heyecan, alışmayla, kurumsallaşmayla yatışır.
o ilk kıvılcımdan güçlü bir dostluk ateşi yakamazsanız, uğruna dünyayla savaşabileceğiniz insanı bir iç savaşta kaybedersiniz.
onca hızlı daldığınız rüyadan bu kadar hızlı uyanabilmiş olmanıza da hayret edersiniz.

19-
ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden, bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hiselerin...

-
sınıfta, büroda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, ondan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa...

-
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...

-
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona o diye atlıyor, vitrindeki her giyisiyi ona yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken, "keşke o anlatsa!" diye iç geçiriyorsanız...

-
özlemi, sol memenizin altında, tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...

33-
oysa kimseye güvenmediğinde güçlüydü; aşk, direncini kırmıştı.
cömertçe açtığı kalp, iltihaplı bir yara olup çıkmıştı.
sevgisizken aldanmazdı hiç olmazsa; şimdi hem sevgisiz kalmış hem kandırılmıştı.
tutkuyu bir kez tattığı için hep onu arar olmuş, tokluğa alışınca açlığı unutmuştu.
"bir gün mutlaka gelecek" ile "onsuzluğa alışmalıyım" arasında gidip gelmekten bitap düşmüştü.
yeniden it kopuk dolu sokaklara döndüğünde aşka düşmeden önceki halinden eser yoktu.
hastalanmıştı.
nefretten korkarken aşkla zehirlenmiş, ihanetle yaralanmıştı.
sessizce ağladığı gecelerde, "belki onu hiç tanımasam daha iyiydi," diye sayıkladı.
yalnızlık belası, ayrılık acısından âlâydı.

36-
küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.
biz de eros'un şefkatine sığınıp sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz?
yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz?
sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü yıkıp yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
sonra ne oluyor?
sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor.
saçımızı okşayan elin, bizi ilelebet kollayacağına inanıyor, tatlı sözlere kanıyoruz. taklalar atıp cilveler yapıyoruz.
ve en ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne...
şefkatimiz katilimiz oluyor.

***

ders almak mı?
ne münasebet!..
daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapısını...
zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında...
boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, her terk edişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "bir daha asla"larla "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yalıyoruz.
o yüzden "melek"ler, içe kıvrık patilerle gömülüyor.
ve hayata "şeytan"lar hükmediyor.

***

belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır...
şefkate kanmış mevta bir ev kedisi olmaktansa gardını almış hayta bir sokak kedisi kalmak evladır.

38-
henüz reklamdakine benzer bir sevda kısmet olmamıştır kimine; ama çoğu doludizgin yaşamış ve sonunda kıymıştır yarine...
onu acılar çektirerek öldürmüş ve eski bir şarkıya gömmüştür.
ortak hatıralar mezarlığına...
ya da ihanetler kabristanına...

***

kimi fazla sevgiye sarıp nefessiz koymuştur aşkını kimi sevgisiz bırakıp boğmuştur.
kimi busesine kuşkunun zehrini katmış kimi ilgisizliğin kodesine atmıştır.
kıskançlığın ateşiyle bilenen hançer, sahibi ne kadar çok sevdiyse o kadar derine saplanmıştır.
doyamadan ayrılanların damağında buruk bir ıstırap tadı kalmıştır.

***

işte o yüzden terk eden, terk edilen, sevdiğini öldüren ya da sevdiğinice gömülen, biraz hüzün, çokça çelebi bir gülümsemeyle bakar cilveleşen âşıklara, "sevgililer günü"nün haber bültenlerinde...
kendisi kıymıştır sevdiğine...
ve bilir ki, diğer kumrular da, yakın bir kıskançlık krizinde ya da özensiz bir birlikteliğin tekdüzeliğinde, kıyacaktır yarine...
çünkü ferhad ile şirin'den, kerem ile aslı'dan, leyla ile mecnun'dan, romeo ile juliet'ten bilir ki, tıpkı sevgililer günlerinin taze gülleri gibi, ömrü uzadıkça solar ateşli sevdalar...
sadece öldürülen âşıklar yaşar. aşkta, ölüm ile yaşam arasında ters orantı var.

40-
insan vücudunda görevini yaparken kanla dolan iki organ var:
biri kalp...
diğeri erkekte penis, kadında klitoris...
aşkı sekse bağlayan en somut kanıt bu galiba...

46-
erkek soyunun ne mal olduğunu kendinden bilen bir baba, kızını böyle bir günde, babasının mazideki halinden korumanın derdine düşecek.

58-
insan bazen tüm biriktirdiklerini riske etme pahasına, kendine sakladığı ya da düşünde yarattığı bir aşk bahçesinde, gizliden gizliye bir heykel yapar gibi bir ilişki tasarlar. en mahrem duygularını vehmeder, arzularını giydirir ona...
aslında gerçek değildir, heykeltraşın hayalidir o... tanrısal bir coşkuyla yoğurup gönlünce şekil vereceği, üzerinde fantezilerini gerçekleştireceği bir heykel...

***

bu hayal, iki türlü son bulur: ya heykel bir baskında ele geçirilir. veya model, heykeltraşın düşlediği biçimi alamaz. çünkü, "insanın ne olabileceği, ancak ne olduğuyla sınırlıdır." sonunda heykel kırılır; ama kırılırken riske edilmiş öbür hayatlara da kıyar.
artık heykeltraş için nedamet günüdür.
o gün, "sever öldürdüğünü ve öldürür sevdiğini..."

59-
iki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...

60-
malum, ikinci bahar, "son" bahardır. orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.

***

ilkbaharda çoğunlukla imkânsızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; sonbahardaysa fedakârlık...

70-
insan kirli bir nehirdir. kirli bir nehri, kirlenmeden içine alabilmen için deniz olman gerekir.
böyle buyurdu zerdüşt - nietzche

75-
ah kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya
kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
evler, çocuklar,
mezarlar çizerek dünyaya

gülten akın

89-
babalarımızın, evin başköşesindeki pederşahi koltuğunu çift kişilik oturma grubuyla değiştirmesiyle sona eren bir imparatorluğun enkazı altındayız.

96-
kadının erkekle ilişkisini, 'erk'le ilişkisinden bağımsız düşünmek zor...

97-
pek az iktidar sahibi, miller gibi, "alkışlanan adamla benim aramda hayli mesafe var," itirafını göze alabilir.
çünkü alkışlar, zaafları kapamaya birebirdir.
birbirine hızla çarpan, kendisine gıptayla uzanan ellerin şehvetiyle muktedir, kısa zamanda körleşir.
kendini fazlaca ciddiye almak, kalıcı bir iktidar sorunudur.
iktidar kasılması, acıdan ziyade haz veren bir kramp gibi gerer insanın bedenini... yürüyüşünü değiştirir.
zamanla aynalara sığmazsınız; konuşmanıza bir bilmişlik gelir. bindiğiniz arabalar, yaşadığınız odalar, doğup büyüdüğünüz coğrafyalar dar gelir.
eşinizi kendinize eşdeğer bulmamaya başlarsınız.
iktidar hapının yan etkilerinden biri şımarma ise diğeri boşanmadır.

***

işin acıklı yanı, alkışların gürültüsü, sağduyulu uyarıların duyulmasını da engeller.
eleştirileri, çekememezlikten sanırsınız.
iltifatları gereğinden fazla ciddiye alırsınız.

101-
"ne kusursuz kadın bulmak gerekiyor ne de kusursuz erkek olmak..."

***

bu sonuca varabilmek için izlenen yöntem, kitapta var. ben, kitabı okumadan önce bu noktaya nasıl ulaştığımı açıklayayım:
defosuz insan beklentisinin, sadece hayalperestlik değil, aynı zamanda haksızlık olduğunu erken anladım.
sevdiklerimi en ufak kusurda defterden silmenin, "bir daha asla," demenin, istifasını istemenin, kimsenin masum olmadığı bir çağda, kasvetli bir yalnızlığa yelken açmak olduğunu fark ettim.
kendimce bir "yıkımdan korunma" metodu geliştirdim:
kahramanlarımla daha gerçekçi bir ilişki kurdum.
onların kusursuz olmadıklarını kabul ettim.
bendeki kredilerini yükselttim.
zaaflarını erdemlerinden ayırıp, eksiklikleriyle değil, kazandırdıklarıyla ilgilenir oldum.

***

sanattan örnekleyeyim:
picasso'nun aynı dönemde hem karısı hem sevgilisi için yaptığı tabloları, içeriğini sorgulamadan sevebiliyorum.
nâzım'ın oğluna yazdığı şiir, oğluna yaptığı muameleyle taban tabana zıt olsa da beni duygulandırıyor.
dostoyevski, kumar tutkusuyla değil, kumarı kağıda döküşüyle kalıyor aklımda...
böylece hem onlar yüzünden iyi resimden, iyi şiirden, iyi romandan vazgeçmemiş hem de onların yaratıcılarını zihnimde, oynayamayacakları bir role itmemiş oluyorum.

114-
söylenememiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığıdır 70'ler...
oysa bugün aynı iki sözcüğün enflasyonundan tıklım tıkış, aşkın kabristanı...

116-
lügstinde, "yalnızlık" yoktu 70'lerin; onca vuslatsızlığa rağmen bunca dile düşmemişti.
kavuşmak kolaylaştıkça arttı ıssızlık edebiyatı da... sanki ete kemiğe büründükçe etten ve kemikten ibaret kaldı ilişkiler de...

119-
maçta fanatik, işte karizmatik, ilişkide antipatik kadınlar çıkmıştı ortaya... ilişki kuramaz, kurabilsek tutunamaz olmuştuk. vuslata eremeden boşanma çağını karşımızda bulmuştuk.

120-
refik halid karay, üç nesil üç hayat kitabında, "meşrutiyet öncesinde aşk, gizli 'ah'lar, 'of'lar, iç çekmeler, iğne ipliğe dönmeler, verem olmalardan ibaretti," diye yazar.
delikanlı, yüzünü bile göremeden sevdiği yavuklusuna aşkını ilan etmek için penceresi önüne bir parça kömür, bir limon, bir de kuru ekmek bırakır.
kömür, "aşkından yandım kavruldum," demektir.
limion, "sevdanla sararıp soldum."
kuru ekmek ise, "yeter ki kavuşalım, ömrümce kuru ekmek yemeye razıyım."

145-
iyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? kafasını çalıştıranların kafasını koparırken kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda, çocuklara nasıl "göğsünü değil, kütüphaneni büyüt," öğüdü verebiliriz ki?

147-
freud'un, "yansıtma" dediği yöntemle kendi kusurlarımızı başkalarında görünce suçlayıp rahatlıyoruz.

169-
"tek gecelik kaçamak için yuva yıkmam. ama sevdiyse durum başka..."

işte burada hazin bir ikilem var:
oldum olası erkeğin, sevmeden seks yapabilme "becerisi"ni ayıplayan kadın, burada o "ayıbı" kendi avantajına çevirmeye çabalıyor.
ihanetin sınırlarını, "sevişsin ama sevmesin," diye çiziyor.
cinsellik tekelinden -biraz da mecburen- vazgeçerken sevgi tekelini hâlâ elinde tutmaya çalışıyor.
bu formülün dile getirilmesi bile "evlilik doğaya aykırı" hipotezini doğrulayan bir kanıt...

-
farklı yetiştirilme tarzlarından olsa gerek:
erkek, "sevse de sevişmesin" derdinde;
kadın, "sevişse de sevmesin"e razı...
oysa sevmeden sevişmek ile sevişmeden sevmek aynı sakat doğumun ikizleri değil mi?

174-
hâlâ beğeniliyor olmanın vehmi, hâlâ yapabiliyor olmanın hazzına karışıyor. tatmin edilen ego şiştikçe şişiyor. nefis uyanınca, ne iş ne ev görüyor.
bitap evliliklerin tozunu, sevgisiz ilişkiler alıyor.
her dişlenen "taze et", yenileri davet ediyor.
ev zulaları, günahların çetelesini tutuyor.
ihanet kol geziyor.

***

kim bilir, kaç erkek, gömlekteki bir ruj izi, cepte unutulmuş bir mektup ya da ansızın gelen bir telefon mesajı yüzünden kan ter içinde hesap verdi, çocukça boyun eğdi, beceriksizce yalan söyledi, öfkeyle terk etti, terk edildi bugünlerde...
kaçı, pişman gözler, yalvaran sözlerle geri döndü eşine, döndürdü eşini...
kaçı, ertesi gün unuttu, "ebediyen" verdiği sözleri...
kaçı, haber verenleri suçladı, yakalandığında...
kaçı, yakalanana "enayi" dedi, haberi duyduğunda...
ve kaç "kutsal kadın", aile denilen kumdan kalenin sınır boylarını bekledi, kızarak, ağlayarak, utanarak, yine de diş bilediği kale reisini savunarak...
ve göz yumarak... bazen sevgiden, çoğu kez çaresizlikten...
aynı saatlerde erkek, bir kahvede, becerdiklerini anlatırken...

175-
garipsediğim, 40 yaş erkeğinin kadını sevmesi değil; sevmemesi...
ve şaşırtıcı olan, ihanet etmesi değil; ihanet ettiği hayatı aynen sürdürmesi...
yaşadığının bedelini ödemeye cesaret edememesi...
harcına yalan kattığı kaleyi terk edememesi...
"ben de karımın kaçamağını, ondan beklediğim tevekkülle karşılayabilirim," diyememesi....
hep kendine yontarak diktiği ikiyüzlü bir ahlak totemine her daim secde etmesi...
ne ihanet ettiği ne de ihaneti paylaştığı kadına karşı dürüst olabilmesi...

177-
tatil deyince tamamen eğlence ve dinlenmeyle doldurulması gereken bir zaman akla geliyor. ancak çok ani virajların alındığı bir dönem de olabiliyor. çünkü ertelediğimiz sorunlar; tatilde açığa çıkıyor. sorunlarıyla baş edemeyen çiftleri ayrılma kararını çoğu kez tatilde alıyor.

-
anlaşılan o ki, gündelik hayatın temposu, sadece para kazanma zorunluluğundan, çalışma azminden, iş hırsından filan kaynaklanmıyor; aynı zamanda bizi, çözüme kavuşturmakta zorlandığımız sorunlardan saklayan bir sığınak işlevi de görüyor.

193-
gün, kendi başına tam elma olmayı başarabilenlerin, aynı dalda yan yana durabilmesinin günüdür.

195-
insanın kesin seçim yapması gereken anlar vardır: kendi yaşamını tümüyle, eksiksiz, dopdolu yaşamak mı, yoksa ikiyüzlü bir dünyanın istediği yapmacık, sığ, onur kırıcı bir varoluşa sürüklenmek mi? -- O. Wilde --

hepimiz birilerinin eski sevgilisiyiz - tuna kiremitçi


doğan kitap


15-
mutluların romanını yazsanız kimse okumaz, piyesi sıkıcı olur, şiiri deseniz hiç çekilmez. dertsiz bir çiftin filmine kim katlanır?
sadece magazincilerin değil, edebiyatçıların da hazzetmediği çiftlerdir mutlu ve istikrarlı olanlar. "malzeme" vermezler çünkü.

16-
mutlu çiftler birbirine benzer ama her mutsuz çiftin kendine has bir mutsuzluğu vardır.

18-
yani kafamıza zorla sokulmuş kaygılar bunlar. yoksa eğer kimseye maddi olarak muhtaç değilsek, aslında tek başına yapılabilecek en kral işlerden biridir ölmek.
uzanırsınız yatağa, getirirsiniz kelime-i şahadet, oh...
tek başına yapılamayacak bir şey varsa, o ancak aşk olabilir.
yalnız ölmekten korktuğumuz için ıskalayıp sonra da hayat boyu hasretini çektiğimiz şey.

71-
hiçbir gerçek şarkı bizi dinlemeden önceki halimizde bırakmaz: illa ki fark yaratır. yaratmıyorsa şarkı falan değildir: gökkubede yalancı bir sedadır.

gerçek şarkıları önce hissettirdikleri için dinleriz, sonra ilk dinlediğimizde ne hissettiğimizi hatırlayalım diye.

şahsi mitolojimizi bu sayede yazarız; nameleriyle kendimizi kahramanlaştırır, sonra da hayat denen devin karşısına yalın kılıç çıkarız.


- hepimiz birilerinin eski sevgilisiyiz-

bazılarımızın anıları henüz taze, bazılarımızınkiler arada nüksediyor.

bazılarımız yaşananları madalya gibi taşıyor göğsünde, bazılarımızda vahim yara izleri... bazen rüyada görüyoruz eskilerden bir yüzü, bazen o yüzün yerine karşımızda bir boşluk...

bazılarımızın yüzü gözü telefon kesikleri, bazılarımızın kulağında siren sesi... bazen yaşam kadar gerçek, bazen de yaşamak gibi sahte...

ama ne inançlarımız, ne tuttuğumuz takım ne de okudğumuz kitap. sevdiğimiz yemek, siyasi fikir ya da milliyet de değil.

şu hayatta bizi birleştiren en büyük ortak payda: birbirimizin geçmişindeki, bir kalpten öbürüne akan izlerimiz.

kaderlerimiz eski sevgililik müessesesi sayesinde birleşiyor paralel evrenlerde. biten her ilişki başka bir boyutta sürüyor: yapılmamış evlilik törenleri, takılmamış yüzükler, doğmamış çocuklarımız...

gidilecekken gidilememiş şehirler, beraber seyretmek için alınıp raflarda tozlanmış filmler...

"anısı var" diye dinlemediğimiz, oysa bir zamanlar çok sevilmiş şarkılar. ya da tam tersi: aslında hiç işimiz olmayacakken sırf anılar yüzünden ömrümüzün orta yerine Hitit aslanı gibi kurulan şarkılar.

bazen bir merak: kim bilir şu anda nerede, ne yapıyor. omzundaki ağrıya baktırdı mı, yağmurlu günlerde hâlâ sızlıyor mu?

kendini yine dünyanın merkezi mi sanıyor, yoksa görmeyeli nihayet biraz büyüdü mü.

o dövmeyi yaptırdı mı, yaptırmadı mı?

bizi iyi mi hatırlıyor, yoksa sadece hatalarından biri miyiz.

cevapları imkansız olduğundan her gün biraz daha kırılganlaşan bu sorularla yaşıyoruz.

geçmişin cevapları karşımıza bugünün soruları halinde yeniden çıkıyor, Tokyo'da, Hatay ya da Frankfurt'ta...

en büyük ortak payda: hepimiz birilerinin eski sevgilisiyiz. birilerinden izler, dersler ve anılar var hepimizde. bu da en büyük, en masum buluşmayı organize ediyor, kaşla göz arasında.

kalplerimiz randevulaşıyor hiç tanımadığımız insanların kalpleriyle, ruhumuz duymasa da.

-cinsiyetler arası diplomasi-

"kadınlar ve erkekler iki ayrı millettir" der şair Seyhan Erözçelik: "haliyle, ilişkilerde diplomasi şarttır."

diplomasinin Vikipedi'deki tanımıysa şöyle bitiyor:"mecazi olarak, güç bir görüşmede gösterilen ustalık."

okuyunca Seyhan'ı daha iyi anladım: şu dünyada cinsiyetler arası görüşmeler çetin, gösterilmesi gereken ustalıksa yamandı.

kadınlar ve erkekler diplomasi eksikliği yüzünden acı çekiyor, taraflar birbirlerinin dış politikalarını çözemedikleri için nice ilişki mundar oluyordu.

yazarınız o zaman anladı ki, bu konuda bir şeyler yapmak şart.

aklıma yıllar önce, zamanın dışişleri bakanı İsmail Cem ve Yorgo Papandreu'nun uyguladığı taktik geldi.

memleketleri arasındaki bazı çelişkileri asla aşamayacaklarını anlamış, onlara bulaşıp zaman ve enerji israf etmektense çözebilecekleri konulara yoğunlaşmayı seçmişlerdi.

sonuçta kıbrıs ya da kıta sahanlığı gibi, çözümü imkânsız konuların etrafından dolaşıp karşılıklı ticareti ve kültürel ilişkileri güçlendirmeyi denediler.

"denediler de ne oldu?" derseniz bilmem: ama aynı taktik pekâlâ kadın-erkek ilişkilerine uyarlanabilir.

her ilişkinin ömrünü törpüleyen çelişkiler var. bazen tarafların kişiliğinden, bazen de ilişkinin doğasından. bunları asla çözemeyeceğimizi anlamadığımız için boşu boşuna helak ediyoruz kendimizi.

birbirimizin çocukluk travmaları ya da karakter sorunlarıyla uğraşarak zaman kaybediyoruz, Türkiye ve Yunanistan gibi.

oysa bunlara gömülmek yerine beraber yapabileceğimiz şeylere yoğunlaşsak belki her şey farklı olacak. ortaklaşa yaratılacak bir dünyaya, iyi huylarımızdan damıtılacak anlara, ruhumuzun aydınlık tarafına...

bu arada, "diplomasi" sözcüğünün eski Yunanca'daki "diplomata" kavramından geldiğini de size satmak isterim. anlamı: kapanmış dosyalar.

tatsız dosyaları ilelebet kapatmanın yolu da galiba Seyhan'a hak vermekten geçiyor. yani kadınlarla erkeklerin "iki ayrı millet" olduğunu baştan kabullenmekten.

-evler birer küçük cezaevi-

üstat selim ileri, yıllar önce verdiği röportajda "özellikle anne-baba evleri, çocukların hapsedildiği yerler gibi geliyor bana" demiş.

"o çocukların karakterlerini anne, baba belirliyor. sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama arada on-on beş yıl ziyan oluyor. o nedenler, evler birer küçük cezaevidir."

şahsen evlerden çok evliliklerin zamanla cezaevine dönüştüğünü gözlemlemişimdir.

yani aslında büyükler çekiyor cezayı. çocuklaraysa onların kaderine ortak olmak düşüyor.

tıpku uçurtmayı vurmasınlar filminde annesiyle cezaevinde çile dolduran küçük barış gibi. içine doğduğu şartlara uyum sağlayıp bir şekilde hayatta kalacak.

evde de anne-baba beraber mutsuzsa, yarattıkları sevgisiz dünyada çocuklar da kavruluyor.

"çocukluk travması" dediğimiz bundan ibaret: içine doğduğumuz ve dışına çıkamadığımız bir dünyada survivor oyunu.

malum, her çocuk evden kaçacak kadar cesur değil. sonra o evden kaçamayanlar büyüyor ve ne zaman başları sıkışsa o çaresizlik anına geri dönüveriyorlar.

bazen sıradan olaylar bile tetikleyebiliyor: trafikte bir anlaşmazlık, devlet dairesinde kuyruk, siyasi rakibin sıradan bir demeci.

insan aniden geçiveriyor karanlık tarafa. köşeye sıkıştığı için tırnaklarını çıkaran kedi misali.

sanıyor ki dünya hâlâ çocukken hapsolduğu o sevgisiz hanedir. vezir de olsalar içlerinden gitmiyor bu çaresizlik. insanı acımasız ve empatiden yoksun kılıyor.

etrafınıza şöyle bir bakın: agresif patrona, hırçın futbolcuya, kaza pahasına yol vermeyen taksiciye, kırıcı şeyler yazan köşe yazarına, kükreyen siyasetçiye, aynaya hatta...

yeterince uzun bakarsanız, evden kaçamayan o çocuğun hâlâ yaşadığını göreceksiniz.

ilahi komedya I - cennet - dante alighieri

oğlak


- Dante ile Shakespeare dünyayı aralarında paylaşır; bu iki ada eklenebilecek üçüncü bir ad yoktur.
T.S.Eliot
1-.
Brunetto Latini ile Guido Guinzelli, Dante'nin ilk ustaları oldu.

-
"Kişinin dünyada iz bırakması için yapıt üretmesi gerekir."
Brunetto Latini

-
..duyguları dizeye dönüştürme sanatının kuralları...
Guido Guinzelli

-
Dante, başyapıtı İlahi Komdeya'yı İtalyanca (Toscana Lehçesi) yazar. Bu nedenle, İtalyan dilinin kurucusu sayılır.

-
Yazar yapıtına Comedia adını vermiştir. Çünkü Cehennem bölümünün ürkütücü ortamına karşılık, şiir, komedilerde olduğu gibi mutlu sonla sonlanır; üstelik herkesin anladığı bir dilde (İtalyanca) yazılmıştır.

-
İlk kez Boccaccio'nun eklediği Divine (İlahi) sıfatı 1555 yılında Venedik'te Ludovico Dolce'nin yaptığı baskıda kitabın kapağında yer alınca, o tarihten sonra yapıtın adı Divine Commedia (İlahi Komedya) olarak benimsenmiştir.

-
Vergilius - Aenis Destanı

-
Decameron - Giovanni Boccaccio --> Dante'nin ilk yorumcusu

-
ilahi komedya'dan esinlenen resimler yapanlar:
- sandro botticelli
- michaleangelo
- salvador dali

-
fransız ressam Gustave Doré İlahi Komedya'yı resimler.

-
İtalyan besteci Gioacchino Rossini ile Alman besteci Robert Schumann şiirin kimi bölümlerini bestelerken; Macar besteci Franz Liszt de senfonik bir poem yazar.

-
traduttore traditore --> çevirmen haindir

- jübile yılı:
papanın günahları bağışladığı 00, 25, 75 rakamları ile sonlanan yıllar; bu uygulamayı ilk kez 1300 yılında Papa Bonifazio VIII başlatmıştır.

*
pars: hovardalık simgesi
aslan: şiddetin simgesi
dişi kurt: cimrilik simgesi

Dante'nin bu kantoda yer verdiği üç hayvanı Kitab-ı Mukaddes'ten aldığı anlaşılıyor; Bkz. Yeremya 5(6)

*
tazı: yer yüzüne adalet ve barış getirecek bir kurtarıcı

*
43-
Vergilius Pagan olduğu için Cennet'e giremez --> İsa'yı tanımamıştır.
Dante'nin Cennet'i kapısızdır.

44-
Gün bitiyordu, kararan hava
yeryüzündeki canlıların yogunluklarını
alıyordu; ben de tek başıma,
belleğimin yanılmadan aktaracağı
yolculuğu, tanık olacağım acıları
karşılamaya hazırlanıyordum.

-
aeineias - Homeros İlyada'nın ve Vergilius Aeneis'in kahramanı

48-
İnsan yalnızca başkalarına
zarar verecek şeylerden korkmalı;
bunun dışında korkuya yer olmamalı

-
Lucia: IV. yy'da yaşamış Siracusa'lı kadın. orospuluk yapmak cezasına çarptırıldığına, daha sonra da gözlerinin oyulduğuna inanılır; görme yetisinin koruyucusu sayılır.

53-
üçüncü kanto, cehennemin kapısındaki yazı ile başlar:

Buradan girilir acılar kentine,
buradan gidilir bitmek bilmeyen acıya,
buradan gidilir yitmiş insanlar arasına.
Adalet yol gösterdi ulu rabbime,
kutsal güç, yüce bilgelik, ilk sevgi
yarattı beni.
Benden önce her şey sonsuzdu;
sonsuza dek süreceğim ben de.
İçeri girenler dışarıda bırakın her umudu.

-
benden önce: Cehennem'den önce yaratılmış olan her şey (melekler, gökler, madde) sonsuzdur; insan Cehennem'den sonra yaratılmıştır; Cehennem ise meleklerin yaratılmasından hemen sonra Lucifer'in (şeytanın bir başka adı) yeryüzüne düşmesiyle ortaya çıkmıştır.

54-
Bu rezil durumdakiler
kötülük de, iyilik de yapmadan
yaşamış olanların ruhları.
Tanrı'ya başkaldırmayan,
ama yanında yer almayıp, yansız kalan
kötü meleklerle birlikteler.
Cennet, güzelliği gölgelenmesin diye kovdu bunları,
isyancı meleklere onur katmayacakları
için Cehennem'in dibine de almıyorlar onları.

55-
dedim ki: "usta, bunca ilenlemelerine
yol açan acının kaynağı ne?"
yanıt verdi: "kısaca söyleyeyim dinle.
bunların ölmek umutları kalmadı,
öyle aşağılık ki karanlık yaşamları
kıskanırlar başka her yazgıyı.
dünyada kalmamıştır sanları,
bağışlama da, adalet de hor görür tümünü,
söz etmeye değmez, yalnızca bak ve yürü."

-
bir bayrak gördüm bakınca,
döne döne hızla yol alıyordu,
belli ki, dur durak bilmiyordu:

-
içlerinden kimilerini tanıdım,
korkaklığı yüzünden büyük görevi
bırakıp kaçanın gölgesini de tanıdım.

--> sözkonusu kişi Celestine V (Celestine V'ten sonra, hiçbir papa bu ismi seçmemiştir. kendi isteği ile papalıktan ayrılmıştır.)

* yaşarken bir bayrağın peşinden gitmemiş olanlar, şimdi bir bayrağın peşinden koşmak cezasını çekiyorlar.

* Akheron: Cehennem'deki ırmaklardan biri; Dante'den önce Homeros ve Vergilius da adını anarlar; acılar ırmağı anlamına gelir. (Yunanca'da akhos: acı)

59-
buradan değil, başka yoldan,
karşıya geçeceksin sen, başka limandan:
senin için daha hafif bir kayık gerekli.

--> Dante ölü olmadığı için Cehennem yolcularıyla birlikte karşıya geçemez; günahsız ruhlar, Tiber ırmağının ağzında toplanıp "daha hafif" bir kayıkla Âraf'a götürülürler.

64-
"Sen ki onurusun sanatın, bilimin,
ötekilerden ayrı tutulan, bunca,
onurlandırılan bunlar kim?" Dedi ki:
"Ayrıcalıklı konumlarının nedeni
senin dünyanda hâlâ
yankılanmakta olan ünleri."

66-
Soylu bir şatonun önüne geldik,
yedi kat yüksek duvarla çevrili,
şatoyu güzel bir akarsu koruyordu.

--> şato: insanlığa katkıda bulunmuş olanların oturdukları bu şato, insan aklının ürünü felsefeyi simgeliyor; yedi duvar felsefenin yedi bölümünü simgeliyor; akarsu da buraya girme hakkı olmayanların girişini engelliyor.

- aesthetics
- epistemology
- ethics
- logic
- metaphysics
- political philosophy
- social philosphy

69-
#129: ve tek başına bir kenarda duran Salahaddin'i gördüm.
--> salahaddin: Eyyübi devletinin kurucusu; 1174-1193 yılları arasında krallık yapmış, Kudüs'ü haçlıların elinden kurtarmıştır. Limbus'ta yer alan tek müslümandır.

#130
Biraz daha kaldırınca gözlerimi,
bilginlerin en bilginini
filozoflar arasında gördüm.

--> filozoflar daha yüksek bir yerde bulundukları için Dante gözlerini kaldırmak zorunda kalmıştır.
--> bilginlerin en bilgini: Aristoteles, Dante'nin gözünde bilgiyi simgeler.

#136 Dünyayı rastlantıya bağlayan Demokritos'u

--> Demokritos: dünyanın atom denilen küçük parçacıklardan (ve bir rastlantı sonucu) oluştuğunu öne süren Yunan filozof (İÖ V.yy)

70-

#143 Hippokrates'i, İbni Sina'yı, Galienos'u

--> İbni Sina: ünlü İslam hekimi ve filozofu (X.yy); tıpla ilgili yapıtları latinceye çevrilmiştir. Limbus'ta, filozoflar katında bulunur.

*orfeus:  yunan mitolojisinde çalgısıyla hayvanları büyüleyen, ölümü bile alt eden ozan

73-
* semiramis: güzelliğiyle ve cinselliğe düşkünlüğüyle ünlü Kalde ve Asur kraliçesi (İÖ XIV.yy); yakınlarıyla cinsel ilişkiyi hoşgören bir yasa çıkarttığı söylenir.

90-
Sonsuza dek böyle çarpışacaklar,
diriliş günü mezarlarından avuçları kapalı,
ya da başları kazılı çıkacaklar.

* avuçları kapalı: cimrilik göstergesi
* başları kazılı: savurganlık göstergesi; bir İtalyan atasözü "başındaki saçlara dek her şeyi savurdu" der.

91-
Bilgisi engin olan, gökleri
yaratınca onlara rehberler de verdi,
her bölüm eşit ışık saçsın diye öbür bölümlere.
İşte bunun gibi, dünya nimetleri için de
bir rehber görevlendirdi, geçicisi nimetleri
insan aklının engeline
takılmadan bir aileden bir aileye,
bir halktan bir halka aktarsın diye;
işte bu nedenle, otların arasında gizli
bir yılan gibi görülmeyen onun verdiği
karar gereği, bir halk ileri giderken
bir başka halk gider geriye.
Bilginiz ona karşı koymaya yetmez:
o da tıpkı öteki tanrılar gibi
yönetir, karar verir, sürdürür egemenliğini.
Yaptığı değişiklikleri dur durak bilmez:
elini çabuk tutar zorunluk nedeniyle;
insanlar sık sık konum değiştirir böylece.
Kendisine övgü borcu olanlar bile
ikide bir suçlarlar onu, haksız yere
adını çıkartırlar kötüye;
ama mutludur o, söylenenleri duymaz bile:
ilk yaratılanla birlikte
yuvarını döndürür sevinçler içinde.

* Cehennem'in akarsularının tümü Akheron'dan kaynaklanır.

95-
Oğul bu gördüklerin
öfkeye yenik düşenlerin
ruhları; üstelik şunu da bil ki,
inleyen insan dolu suyun dibi,
gözlerini nereye çevirirsen gördüğün gibi,
yüzeye dek onlar dalgalandırıyor suyu.
Diyorlar ki, gömüldükleri çamurda:
'Güneşin neşe saçtığı güzel havada
hüzünlüydük, kara dumanlar sarmıştı içimizi:
kara çamurlar içinde yaşıyoruz hüznü şimdi.'

98-
gördüğüm adam yeryüzünde kurumlunun tekiydi;
küçücük bir iyilik izi süslemez belleğini:
bu nedenle buradaki gölgesi bunca öfkeli.
yeryüzünde kendini kral sanan birçok kişi,
buraya gelince domuzlar gibi pisliğe bulanacak
ardında horgörüden başka bir şey bırakmayacak.

99-
Oğul şimdi,
ağır suçluların bulunduğu, büyük bir ordunun sahibi,
Dite denilen kent görünüyor.

* Dite: Cehennem'in son dört dairesinin bulunduğu alt bölüm; adını şeytanın adlarından birinden (Dis) alır; Cehennem'in ilk beş dairesi daha yukarıdadır.

100-
Sakın korkayım deme, kimse kesemez önümüzü,
izin büyük yerden çünkü.
Beni burada bekle; yorgun ruhunu destekle,
içini güzel umutlarla besle,
seni bırakmayacağım Cehennem'in dibinde.

127-
"Felsefenin birçok bölümü" dedi,
"doğanın gidişini Tanrı'nın aklına,
sanatına göre ayarladığını
öğretir anlayanlara; iyi okursan Fizika'yı
daha ilk sayfalarında,
elinden geldiğince sizin sanatınızın da,
ustasını izleyen bir çırak gibi
doğayı izlediğini görürsün,
öyle ki, sanatınız Tanrı'nın torunudur sanki.
Yaratılış'ın ilk dizelerinde
bu ikisi konusunda yazılanları anımsa
insan hem çalışmak, hem gelişmek zorunda;
oysa bambaşka bir yol izler tefeci,
doğadan da, sanatından da tiksinir,
umutlarını başka yere yöneltir.

130-
"Az önce yatıştırdığım öfkeli hayvanın (minotauros)
bekçilik ettiği yıkıntıyı düşünüyorsun belki.
Bilmeni isterim ki,
Cehennem'in altına ilk kez indiğimde
bu kaya daha düşmemişti. (bu gezi sırasında İsa daha çarmıha gerilmemişti)
Ama yanılmıyorsam, Dite'nin üst dairesindeki
ganimeti almaya gelen kişiden az önce, (İsa Cehennem'e inerek Limbus'taki kimi ruhları alıp Cennet'e götürmüştü)
pis kokulu derin vadi
öyle bir sallanmıştı ki,
kimilerinin dediği gibi
evrende kargaşa yaratan sevgi
bir kez daha sarıyor sanmıştım evreni;
(Empedokles'in görüşüne göre evren dört öğeden oluşuyordu; ateş, su, hava, toprak; sevgi bu öğeleri karıştırarak kargaşaya yol açıyordu. Dante, Empedokles'in bu görüşlerini Aristoteles'in Metafizika adlı yapıtı aracılığı ile öğrenmişti; ama Vergilius'un tanık olduğunu söylediği deprem, Matta'ya göre İncil'de belirtilen, İsa'nın ölümünü izleyen depremdir.)
işte bu yaşlı kaya tam o sırada
parçalanıp devrildi.
Gözlerini vadiye çevir şimdi,
zor kullanarak başkalarına zarar verenleri
içinde haşlayan kanlı ırmak, şu yaklaşan."
(Phlegeton ırmağı; alev alev anlamına gelir; suları ateş gibidir; başkalarına karşı kaba güç kullananlar bu ırmağa atılmıştır.)

131-
Ey, kısacık ömrümüzde bizi mahmuzlayan,
öbür dünyada acılara bulayan
gözü dönmüş açgözlülük ve çılgın öfke!

140-
Ağaç dedi ki: "Tatlı sözlerin
etkiledi beni, susamam daha fazla;
uzun konuşursam bağışlayın beni.
Federigo'nun yüreğinin
iki anahtarı benim elimdeydi,
öyle yavaş açar kapardım ki kilidi,
hiç kimse öğrenemezdi yüreğinin gizini;
bu onurlu göreve çok verince kendimi,
uyku nedir unuttum, sağlığım elden gitti.

-- konuşmakta olan Pietro della Vigna'dır.
ünlü hukukçu ve ozan
ihanetle suçlanıp tutuklanmış, gözleri oyulmuş, bunun üzerine başını zindanın duvarlarına çarparak kendini öldürmüştür; birçokları gibi Dante de onun suçlu olduğuna inanmadığı için, Cehennem'de yalnızca canına kıymış olanların yanında yer vermiştir. --

--
I am he that held both keys of Frederick's heart
To lock and to unlock; and well I knew
To turn them with so exquisite an art
--

Caesar'ın sarayından arsız gözlerini
hiç uzaklaştırmayan, insanların özellikle
sarayların baş belası, bütün ruhları ateşleyince
bana karşı, onlar da Augustus'u ateşlediler,
böylece yergiye dönüştü övgüler.

-- Dante, 'çekememezlik' duygusunu 'sarayların baş belası' olarak tanımlamış. --

-
Ruhum büyük bir üzüntüye kapıldı,
bu aşağılık duruma
ölümün çare olacağını sandı,
haklıydım, haksız kıldı beni.

146-
"Ey, beni
yapraklarımdan eden işkenceyi
görmeye gelen ruhlar, yaslı
çalının dibine toplayın yaprakları.
İlk koruyucusunun yerine Battista'yı
getiren kenttenim; ilk koruyucunun hüneri
mutsuz kılacak hep bu kenti;
Arno üzerindeki köprüde
kalmamış olsaydı izi,
Atilla'nın kül ettiği kenti
yeniden kuran kentlilerin
boşa gitmiş olurdu emekleri.
Kendi evimde çarmıha gerdim ben kendimi."

--
Floransa kentinin koruyucusu San Giovanni Battista; kent Romalılar tarafından kurulduğunda koruyucusu savaş tanrısı Mars'tı.
Floransalılar Hristiyanlığı benimseyince, Mars tapınağını kaldırıp yerine bir kilise yaparlar; Arno kıyısına kaldırılan Mars heykeli de, Atilla ordularının işgali sırasında ırmağa atılır; heykelin sağlam kalan gövdesi daha sonra karaya çıkartılarak Ponte Vecchio'nun ucuna yerleştirilir.
--

151-
Ey Kapaneus, eksilmeyen kurumun
sana en büyük ceza, kudurmuşluğun
dışında hiçbir işkence
veremez aynı acıyı öfkene."

-
Konuşmadan geldiğimiz bir yerde,
küçük bir akarsu taşıyordu ormanın dışına,
bugün bile ürpertir beni kızıl suları.
Su, Bulicame'den çıktıktan sonra
günahkâr kadınların paylaştıkları
ırmak gibi, süzülüyordu kumların arasında.
Yatağı, yamaçları taşlarla kaplıydı,
böyle taşlıydı iki yakası da;
hemen anladım, geçit burasıydı.
"Girişi herkese açık kapıdan
içeri girdik gireli
sana gösterdiğim şeyler içinde,
gözlerin, alevleri kendi üstünde
söndüren bu akarsu değerinde
hiçbir şey görmedi."
Rehberim bunları dedi:
söyledikleriyle uyandırdığı
merakı gidermesini istedim ben de.
"Denizin orta yerinde düşkün bir ülke
vardır" dedi, "Girit'tir adı,
kralı başındayken altın çağını yaşadı.

--Saturnus, bereket ve mutluluk getiren Saturnus dönemi, Roma'da "altın çağ" olarak adlandırılır.--

Bir dağ bulunur burada, İda dağı adı,
mutluydu bir zamanlar, ağacı suyu boldu,
eskiyen her nesne gibi, şimdi unutuldu.
Vaktiyle Rhea, güvenli diye beşik yapmıştı
burayı oğluna, iyi gizlemek için onu,
ağlayınca çocuk, dağda çığlıklar attırırdı.

-- Rhea, Saturnus'un karısı oğlu Jüpiter'i babasının gazabından korumak için (Saturnus oğlu tarafından öldürüleceğini sandığından çocuğu parçalamak istiyordu) İda dağının içindeki bir mağarada büyütür; çocuğn ağlama sesi duyulmasın diye, Korybant'lar (rahipler) çalgı çalar, şarkı söylerler. --

Dağın içinde dimdik durur bir yaşlı,
Dimyat'a dönüktür sırtı,
Roma'ya bakar, aynaya bakar gibi.

-- yaşlı, insan türünün yozlaşmasını simgeler. Dimyat, Mısır'da Nil ağzında bir kenttir. Dante uygarlığın doğudaki köklerine gönderme yapıyor; insanlık sırtını doğuya, yüzünü ise batıya Roma'ya döndürmüştür.--

İnce altından yapılmıştır başı,
saf gümüşten göğsü, kolları,
bakırdandır kalçalara inen kesimi,
en iyi demirden oradan aşağısı,
pişmiş topraktandır bir tek, sağ ayağı;
öbür ayağından çok, bu ayağına dayanır.
Altın başın dışında, bir delik vardır
her bölümde, buralardan akan gözyaşları
birikip oyar bu mağarayı.

-- altın, altın çağını simgeler. daha sonra gümüş, bakır ve demir çağları gelecektir. pişmiş topraktan ayak, yozlaşmış papayı, demir ayak da saygınlığını yitirmiş imparatorluğu simgeliyor.
akan gözyaşları Cehennem'in ırmaklarını oluşturur; sırtı doğuya, yüzü batıya dönük yaşlı adam, zamanın tam merkezindedir.--

Kayalardan atlayıp vadiye inen gözyaşları
Akheron, Styks, Phlegeton ırmaklarını oluşturur;
sonra dar bir kanalla aşağıya akar,
daha aşağıya inemeyince Kokytos'u oluşturur;
kendin göreceksin bu bataklığı
söz etmek istemiyorum burada."

-- Kokytos Cehennem'in ortasındaki suları buz gibi olan göl--

172-
Yalan görünüşlü bir gerçek karşısında,
insan çenesini tutmalı elinden geldiğince,
çünkü utanmak zorunda kalabilir kusuru olmasa da;
ama susmayacağım ben burada..

179-
Sıtma nöbetinin ilk ürpertisi gelince
tırnakları ağaran, gölge bir yer görünce
titremeye başlayan birine döndüm ben de
bu sözleri işitince;
bereket, iyi bir efendinin uşağına
korkusuzluk aşılayan utanç dikildi karşıma.

191-
Ey ulu bilge, gökyüzünde,
yeryüzünde, yerin dibinde
dağıttığın adalet nasıl da yerinde!

198-
çünkü cimriliğiniz dünyayı karartıyor,
iyileri ezip, kötüleri yüceltiyor.

-
Altınla gümüşü tanrı yaptınız kendinize;
putatapardan farkınız,
bir yerine yüz puta tapmanız.

201-
"Bu budalalar gibi misin yoksa sen de?
Burada acımanın ancak ölüsü bulunur;
Tanrı'nın verdiği cezaya acımaktan
daha büyük suç mu olur?

204-
Usta, söylediklerin öyle kesin ki,
öyle inanıyorum ki sana, başka sözlerin değeri
sönmüş bir kömür gibi, seninkilerin yanında.

207-
"Kabil dikenleriyle iki yarıkürenin sınırına ulaştı bile."
-- ortaçağda ayın üzerindeki lekeler Kabil'in sırtında taşıdığı diken demetleri olarak yorumlanırdı --

209-
Bunun üzerine ben, kaçması gereken
tehlikeyi görüp de, ne yapacağını bilemeyen,
ama yine de bakmaktan vazgeçemeyen
biri gibi arkaya döndüm:
kayanın üstünden bize doğru
kara bir zebaninin koştuğunu gördüm.

210-
Santo Volto: Kutsal Yüz (Bizans döneminden kalma, İsa'yı çarmıhta gösteren, Lucca'lıların Tanrı'nın elinden çıktığına inandıkları kutsal yontu)

217-
On zebaniyle birlikte gidiyorduk şimdi.
Ah, zebaniler öyle korkunçtu ki! Ne var ki,
kiliseye ermişle, meyhaneye boğazına düşkünle gidilirdi.

226-
Her düşüncenin bir başka düşünceyi
doğurması gibi, ilk düşünce de bir yenisini
doğurmuş, var olan korkumu bir kat arttırmıştı.
İçimden şunlar geçti:"Bu iblisler
bizim yüzümüzden oyuna geldiler, zarar gördüler,
sanırım içerlemişlerdir bize.

Bir de öfke eklenirse kötü niyetlerine,
tavşan yakalamış bir köpekten bile
azgın bir biçimde düşerler peşimize."

235-
Güneşin saçlarını kovada serinlettiği,
gecenin gündüze eşit geldiği
yılın bu genç döneminde

-- güneş kova burcunda (20 ocak - 18 şubat) --

kırağı, toprağa ak bacısının,
bir yazı kamışı gibi kısa ömürlü
görüntüsünü verdiğinde,
samanı tükenen köylü
kalkıp da her yeri bembeyaz görünce;
dövünür elleriyle ve döner evine,
yakınır bir o köşede, bir bu köşede,
ne yapacağını bilemeyen çaresiz biri gibi;
ama yeniden çıkıp da dışarı,
dünyanın yüzünün kısa sürede değiştiğini
görünce, umudu canlanır, alır sopasını,
otlamaya götürür koyunlarını;

ustam da böyle korkuttu beni
suratını asınca, ama çok geçmedi,
yüreğime su serpti

237-
"Silkip at üstünden tembelliği"
dedi ustam, "kuş tüyü üstünde,
yorgan altında kavuşulmaz üne;
üne kavuşmadan yaşamını tüketen kişi,
dumanın havada, köpüğün suda bıraktığı iz gibi
bir iz bırakır yer yüzünde.

Haydi kalk! Bedenin ağırlığı
altında ezilmedikçe, her savaşı
kazanan cesaretinle yen kapıldığın telaşı.
Daha uzun bir merdivenden çıkacağız şimdi;
iblislerden kurtulmuş olmak yeterli değil.
Sözlerimi anladınsa, ders almasını bil."

238-
"Yanıtım eylemle olacak" dedi,
"çünkü haklı bir isteğin karşılığı
söz değil eylem olmalı."

240-
Ey Tanrı'nın gücü, ne sertsin sen,
öcünü böyle darbelerle alırken!

245-
Herkül (Roma mitolojisi) - Herakles (Yunan mitolojisi)
insanın doğaya karşı yenilmezliğinin simgesidir.

247-
kâğıt yanarken önce esmere dönüşür ya,
beyaz ölmekteyken kara değildir daha...

253-
Sevin Floransa sevin, öyle büyüksün ki,
karaları denizleri tutmuş şanın,
Cehennem'e bile ulaşmış adın!
Hırsızlar arasında beş yurttaşına rastladım,
kendi payıma utandım,
sana da onur katmaz bu sanırım.

254-
Üzüntüye kapılmıştım o sırada, gördüklerim
aklıma geldikçe üzülürüm yine,
aklımı her zamankinden daha dizginlerim,
erdemin peşinden gitmezlik etmesin de,
güzel yıldız ya da daha iyi bir nesne
bana bir şey verirse, boşa gitmesin diye.

258-
Aslınızı düşünün isterseniz;
hayvanlar gibi yaşamak için dünyaya gelmediniz,
erdem ve bilgi peşinde koşmak göreviniz.

262-
sicilya öküzü: iö vi. yy'da Atinalı Perillus'un Agrigento (Sicilya) hükümdarı zalim Phalaris için yaptığı işkence aleti; ölüm cezasına çarptırılanlar tunçtan öküzün karnına yerleştirilirlerdi; öküzün altında ateş yakılıp da tunç kızınca, içindeki kurban sıcaktan kavrularak ölürdü; attığı çığlıklar ise, öküzün böğürmesi olarak yorumlanırdı. Phalaris tunç öküzü ilk kez Perillus üzerinde denemişti.

269-
Götürme onu; hakkımdan etme beni.
O da, benimkilerle birlikte aşağıya inmeli,
hileli öğüt verdi vereli,
ensesinden çekmedim ellerimi;
pişman olmayanın bağışlanmaz işledikleri,
pişmanlık getiren ise günah işlemez,
iki kavram arasındaki çelişki buna izin vermez.

292-
Şaşmaz adalet cezalandırırken beni,
günah işlediğim yerden
yararlanıyor, artırmak için çektiklerimi.

297
Hani insan kötü bir düş görür de,
düşteki olayı özler,
ama bunun düş olmasını ister ya;
o durumdaydım ben de, özür dilemek istiyordum,
ama ağzımı açamıyordum,
ve özür dilemeden, dilemiş oluyordum.

Ustam dedi ki: "Daha az utanç bile
yeter, daha ağır bir kusuru temizlemeye;
her türlü üzüntüden sıyrıl bu nedenle,
rastlantı karşısında yine böyle
kavga eden insanlar çıkarırsa,
yanında benim olduğumu unutma:
onları dinlemek yakışmaz sana."

298-
Aynı dil önce utandırdı beni
iki yanağımı kıpkırmızı kesti,
ama sonra çaresini verdi;
derler ki, Akhilleus'un babasının mızrağı da
öyle bir yara açardı ki,
iyileştirmek için bir daha vurmak gerekirdi.

-- Akhilleus'un babasının mızrağı: Akhilleus'tan babasına kalan mızrak, açtığı yaralara değdirilince bu yaraları iyileştirirdi --

300-
Bu hayvanları yaratmaya son veren doğa,
Mars'ı onlardan yoksun kılmakla
hiç kuşkusuz doğru bir iş yaptı;
balinalarla fillere dokunmadığına göre,
aklı başında biri, bunun ne yerinde,
ne doğru bir karar olduğunu hemen anlamalı:
çünkü akıl, kötü niyetle
kaba kuvvetle birleşirse,
kimse karşı koyamaz bu güce.

301-
devler anlamsız sözcüklerle konuşur. Nemrud'un ağzından çıkan, Arapça ve Yahudice'yi çağrıştıran bu anlamsız sözcüklerle Dante, Babil'deki dil karmaşasını vurguluyor.
Nemrud, Babil'in ilk kralıdır. Babil Kulesi'ni yaptırdığı söylenir; bu yüzden Tanrı tarafından cezalandırılır. Babil Kulesi değişik dillerin ortaya çıkmasına neden olur.

"ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. ve vaki oldu ki, doğuya göçtükleri zaman şinar diyarında (sümer) bir ova buldular. ve birbirlerine dediler: gelin, kerpiç yapalım ve onları iyice pişirelim ve onların taş yerine kerpiçleri ve harç yerine ziftleri vardı. ve dediler: bütün yeryüzü üzerine dağıtmayalım diye gelin kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule inşa edelim ve kendimize nam yapalım".

anlatıldığına göre bu kule eski şhinar (sümer) diyarında kavimlerin bir araya gelerek inşa ettikleri ve insanoğlunun tanrıları bulmak için gök yüzüne çıkmak iddiası içinde bir nevi merdiven, sütun inşası amacını taşır. kutsal kitaba göre bu küstahlığa kızan tanrı, birlik halinde olan, tek dili konuşan ve aralarında anlaşan bu meraklı kullarının dil birliğini bozmuş,aralarına nifak ve bölücülüğü sokmuştur.

310-
...
Daha fazla söyletme beni,
adım Camicion de'Pazzi

-- bir akraba katili --

Antenora: vatanlarına ya da partilerine ihanet edenlerin cezalandırıldıkları bölüm; sözcük Antenor'dan türetilmiştir. Antenor'un tahta atın Troya'ya alınmasına yardım ederek vatanına ihanet ettiği söylenir.

314-
Dante, ilkelerine ihanet edenleri de Antenora'ya yerleştirerek; ilkelerine ihanet eden kişileri de vatanlarına ihanet edenlerle bir tutmaktadır.

324-
Gözlerini açmadım,
saygı sayılmalıydı bu kaba davranışım.

-- Tanrı'nın cezaya çarptırdığı günahkârın isteğini yerine getirmek Tanrı'ya saygısızlık olurdu --

325-
Vexilla regis prodeunt inferni
-- Cehennem hükümdarının sancakları ilerliyor. Cehennem hükümdarı Lucifer, sancaklar ise kanatlarıdır; Dante bu dizeyi Venatius Fortunatus'un bir ilahisinden almıştır --



19-
Papa'nın jübile yılı ilan ettiği 1300 yılı Paskalyasında 7 Nisan Perşembeyi 8 Nisan Cumaya bağlayan gece "yaşam yolumuzun ortasında" Dante (günahkarlık ortamını simgeleyen) "karanlık bir ormanda" yolunu şaşırır. Cuma sabahı gün ağırırken bir tepenin eteğinde (insan aklını simgeleyen) Vergilius ile karşılaşır. Dante'nin yardımına koşan Vergilius, kötülüklerden arınmak için onu öteki dünyanın üç bölümünü gezmeye çağırır. Dante ile Vergilius'un o gece başlayan Cehennem gezisi 9 Nisan Cumartesi gecesi sona erer. 10 Nisan Pazar günü, birlikte Âraf'a ulaşırlar.

Dante'nin tasarladığı Cehennem, dibine doğru inildikçe daralan bir çukurdur. Bu çukur iç içe dokuz daireden (kattan) oluşur. Dairelerin her birinde ayrı bir günah işlemiş olanlar cezalandırılır. Aşağı doğru inildikçe ceza ağırlaşır. Cezayı veren Tanrı değildir. İnsanlar Âraf'a, Cennet'e gidebilecekken, yaşarken yaptıkları yanlış seçimler sonucunda Cehennem'e gitmişlerdir. Çarpıldıkları cezayı, yeryüzünde yaşadıkları yaşamla kendileri belirlemiştir. Cezanın ağırlığı, işlenen günahın ağırlığı ile orantılıdır.

Cehennem, İsa'nın yaşamış olduğu kutsal Kudüs kentinin altına rastlar. Cehennem'in giriş bölümünde "kötülük de iyilik de yapmadan yaşamış olanların ruhları" vardır. Cehennem'in ilk akarsuyu Akheron da buranın sınırındadır.

Daha sonra Cehennem'in ilk dairesi Limbus gelir. Limbus'taki ruhlar dürüst yaşam sürmüş; ancak çoğu Hristiyanlık'tan önce yaşadığı için "vaftizden yoksun kalmış", vaftiz olmadan ölmüş ruhlardır.

Daha sonra asıl Cehennem denilen bölüm başlar. İkinci dairede şehvet düşkünleri, üçüncü dairede oburlar, dördüncü dairede cimriler, savurganlar, beşinci dairede öfkeliler cezalandırılır.

Beşinci daire ile altıncı daireyi "ağır suçluların bulunduğu", içinde "sonsuza dek ateş yanacak olan" Dite kenti ayırır.

Altıncı dairede sapkınlar, yedinci dairede başkalarına, kendilerine, Tanrı'ya saldırıda bulunanlar, sekizinci dairede kadın tellalları, din sömürücüleri, rüşvet yiyenler, hileciler, hırsızlar, ikiyüzlüler, bölücüler, simyacılar, kalpazanlar cezalandırılır.

Dokuzuncu dairede akrabalarına, vatanlarına, konuklarına, kendilerine iyilik yapanlara ihanet edenler bulunur.

Cehennem'den çıkmadan önce Vergilius ile Dante kötülüklerin simgesi Lucifer'i yarı beline dek buzlara gömülü olarak görürler.

62-
Bunları dedi yürüdü, uçurumun çevrelediği
ilk daireye soktu beni.

--> Cehennem'in Limbus adı verilen ilk dairesi; burada değerli insanlar bulunur; ancak vaftiz olmamışlardır.

-
Burada kulağıma gelenler hıçkırık değildi,
duyduğum, sonu olmayan havayı
titreştiren iç çekişleriydi;
çocuklu, kadınlı, erkekli
kalabalık kümlerin işkence görmeden
çektikleri acının sesleriydi.

71-
Böylece indim ikinci daireye;
alan daha dar, ama çekilen acı fazlaydı,
ilkence görenler çığlıklar atmaktaydı.
homurdanan, korku salan Minos da buradaydı:
gelenlerin suçlarını değerlendiriyordu,
kuyruğunu dolayarak herkesi yerine gönderiyordu.

--> Minos: klasik mitolojide sertliği ve adalete saygısıyla ünlü Girit kralı. Dante, Minos'u şeytan yapıp Cehennem'de yargıçlık görevi veriyor.

Kulağıma acılı iniltiler ulaşıyordu;
hıçkırık seskerinin duyulduğu
yere gelmiştim.
Her ışığın sustuğu bir yerdeydim,
her yer, fırtınalı havada karşıdan esen rüzgârın
dövdüğü deniz gibi uğulduyordu.
Dinmek bilmeyen cehennem burgacı
öfkeyle sürüklüyordu ruhları;
döndürüyor, silkeliyor, savuruyordu onları.
Yıkıntını önüne vardıklarında
çığlıklar, hıçkırıklar, yakınmalar yükseliyordu,
Tanrı'nın adaletine sövülüyordu burada.
Bu işkenceyi çekenlerin, akıllarını
isteklerine boyun eğdiren şehvet günahı
işlemiş oldukları anlaşılıyordu.
Rüzgar bu kötü ruhları,
soğuklar bastırınca kanat çırpa çırpa
giden upuzun sığırcık sürüleri gibi,
sürüklüyordu oradan oraya;
ne biraz olsun dinlenme umutları vardı,
ne de cezalarının inmesi umudu kalmıştı.

80-
Üçüncü dairedeydim, sonu olmayan, iri taneli,
(--> üçüncü daire: oburlar dairesi)
lanetli soğuk bir yağmur yağıyordu;
bu yağmur oldum olası böyle yağıyordu.
Karanlık gökyüzünden dolu taneleri,
kirli sular ve kar iniyordu;
bunları emen toprak leş gibi kokuyordu.
Korkunç görünüşlü azgın Kerberos hayvanı,
köpek gibi havlıyordu üç ağzının üçüyle,
sulara gömülü ölülere.
--> Kerberos: antik mitolojide Cehennem bekçiliği yapan üç başlı köpek; kuyruğu kocaman  bir yılan olup, sırtında kara yılanlar oturur; havlayarak ölü ruhlara korku saçar.

81-
Ruhlar yağmurda köpekler gibi uluyordu;
bu zavallı dinsizler bir yanlarını destek yapıp,
durmadan bir yandan bir yana dönüyorlardı.

88-
Evrenin olanca kötülüğünü içeren
bu acılı bayırda yolculuğumuzu sürdürüp,
dördüncü çukura ulaştık böylece.
Ey Tanrı'nın adaleti! Bir araya getiren
kim, bu görülmemiş acıyı işkenceyi?
Suçumuz yok etmekte bizi, gerekçesi ne?
Kharybdis'in önüne gelince
kırılan dalgalar örneği, buradaki ölüler de
havaya sıçrıyordu. Gördüğüm insan sayısı
her yerdekinden fazlaydı,
çığlıklar atıyorlardı,
göğüsleriyle koca yükleri iterken.
Birbirlerine de çarpıyorlardı,
sonra geri dönerken "Niye tutuyorsun sen?"
"Niye saçıyorsun sen?" diye bağırıyorlardı.
(--> savurganlar cimrileri, cimriler savurganları suçluyor)
Karanlık dairenin her köşesinde
işte böyle dönüyorlardı ters yöne,
utanç verici cümleyi yineliyorlardı;
bu karşılaşmanın ertesinde
herkes gidiyordu yine kendi yarı dairesine.

95-
Oğul bu gördüklerin
öfkeye yenik düşenlerin
ruhları; üstelik şunu da bil ki,
inleyen insan dolu suyun dibi,
gözlerini nereye çevirirsen gördüğün gibi,
yüzeye dek onlar dalgalandırıyor suyu.
Diyorlar ki, gömüldükleri çamurda:
'Güneşin neşe saçtığı güzel havada
hüzünlüydük, kara dumanlar sarmıştı içimizi:
kara çamurlar içinde yaşıyoruz hüznü şimdi.'

Dite'ye giriş:

105-
"Leş gibi kokular saçan bu bataklık, acılı
kenti bir baştan bir başa kuşatıyor,
zor kullanmadan buraya girmemiz zor görünüyor."
Başka şeyler de dedi, ama aklımda kalmadı;
çünkü gözlerim bütün benliğimi
kulenin kızgın tepesine yöneltmişti,
kulenin bir yerinde birden kan rengi
üç cehennem cadısı belirdi;
görünüşleri, yürüyüşleri kadın gibiydi,
bellerine yeşil su yılanları dolamışlardı;
korku saçan alınlarında saçların yerini
boynuzlu yılancıklar almıştı.
Ustam bunların ölümsüz gözyaşı
melikesinin nedimeleri olduklarını anlamıştı.
(gözyaşı melikesi: cehennem kraliçesi Peresphone -Prosperina-)
"Yırtıcı Erinys'lere bak" dedi.
"Megaira, sol tarafta gördüğünün adı;
sağda ağlayan Alekto; ortadaki
Tisiphone." Bunları dedi, sustu sonra.
Tırnaklarıyla göğsünü paralıyordu her biri,
vücutlarını yumrukluyor, öyle bağırıyorlardı ki,
korkudan ozana sarıldım sıkıca.
"Medusa gelsin: taş kestirelim onu burada!"
diyordu hepsi bakarak aşağıya:
"Hata ettik Theseus'tan öç almamakla."
(Theseus, Peresphone'yi kaçırmak isteyen arkadaşı Peirithoos'la birlikte Cehennem'e iner; Theseus'un bu davranışı cezalandırılmış olsaydı, şimdi Dante ölüler diyarına gelmeye cesaret edemezdi.

107-
Onun göklerden gönderilen ulak olduğunu anladım,
ustama döndüm, o bana ses etmememi,
gelenin önünde eğilmemi işaretle anlattı.

Ulak öyle horgörüyle yüklüydü ki!
Kapıya gitti, bir değnekle dokunup açtı
hiçbir zorlukla karşılaşmadı.
"Ey cennetten kovulmuş adi yaratıklar" diye
söze girdi, o korkunç kapının eşiğinde,
"bu küstahlık nasıl girdi içinize?
Çektiğiniz cezayı kaç kez ağırlaştıran,
isteklerine asla karşı koyulamayan
o büyük güce direnmenizin gerekçesi ne?
Yazgıya başkaldırmanın anlamı ne?
Unutmadınızsa eğer, Kerberos'un çenesiyle
boynunun havı döküldü bu yüzden."
Sonra bize bir şey söylemeden,
kafasını o anki işinden
daha önemli bir iş kurcalayan biri gibi;
çamurlu yola döndü yeniden;
bu kutsal sözlerin verdiği güvenceyle
adımlarımızı kente yönelttik biz de.
Hiçbir direnmeyle karşılaşmadan girdik kente;
bu kalenin içindekileri çok merak eden ben de,
gözlerimi çevrede gezdirince,
dört bir yanı iniltilerle,
korkunç işkencelerle
dolu büyük bir düzlük gördüm önümde.

111-
Dedim ki:"Usta, böyle acılı çığlıklarla
varlıklarını duyuran, bu mezarlara
gömülü ölüler kimler?"
Dedi ki:"Bunlar sapkınlarla
her mezhepten yandaşları,
sandığından da dolu buranın mezarları.

122-
"Oğul, bu kayaların içinde" dedi,
"geride bıraktığımız dairelerin benzeri
üç küçük daire vardır, daireler gitgide daralır.
Hepsinin içinde lanetlenmiş ruhlar yer alır;
bundan böyle işledikleri günahı hemen anlamak için,
neden, nasıl burada toplandıklarını bilmelisin.

Tanrı'nın onaylamadığı her eylem
haksızlıkla sonlanır: kaba güçle, hileyle
zarar verir başka birine.

Tanrı en çok hileye öfkelenir, çünkü hile
insana özgü bir kusurdur; işte bu yarın dibinde
en büyük acıyı hileciler çekmekte.

Kaba güç kullananlar yer alır ilk dairede;
üç bölmeye bölünmüştür ilk daire,
çünkü kaba güç üç kişiye yönelebilir.
Tanrı'ya, kendisine, bir başka insana
saldırabilir insan, bunlara ve mallarına,
ne demek istediğimi anlayacaksın açıklayınca.
Kaba güç birini yaralayabilir, öldürebilir,
mala mülke zarar verebilir, yıkıma,
yangına, yağmaya yol açabilr;
katiller, durduk yerde birini yaralayanlar,
haydutlar, yağmacılar bu bölmede
ayrı bölüklerde cehennem azabı çekmekte.
Kendi canına, kendi malına da
zarar verebilir insan; işte ikinci bölmede
canına kıyarak dünyadan ayrılanlar,
har vurup harman savuranlar,
kumar oynayanlar, gülecek yerde ağlayanlar,
pişmanlık getirmekte boş yere.
Saldırı Tanrı'ya da yönelebilir,
ona inanmayarak, ona söverek,
doğayı da, verdiklerini de küçümseyerek;
işte bu nedenle, bölmelerin en darı ve üçüncüsü,
Sodom ile Cahors'un, bir de Tanrı'ya sövenlerin
üstüne basar mühürünü

Vicdanları sızlatan hile ise,
bir insana güven duyana da yapılır,
o insana güvenmeyene de.
Hilenin bu ikinci biçimi, doğanın ürünü
sevgi bağlarını kopartır,
işe bu nedenle ikinci dairede
ikiyüzlüler, büyücüler, dalkavuklar,
kalpazanlar, din sömürücüleri, hırsızlar,
pezevenkler, dalavereciler gibi pislikler yer alır.
Hilenin öbür örneğinde ise,
doğanın verdiği sevgi de,
buna eklenen ve güveni doğuran sevgi de
göz ardı edilir; bu nedenle, dairelerin en küçüğünde,
Dite'nin bulunduğu yerde, evrenin merkezinde,
hainler sonsuza dek azap çekerler.

-
Dedim ki: "Usta, sözlerin çok açıktı,
uçurumu da, içinde kimlerin olduğunu da
çok iyi anladım. Ama şunu söyle bana:
çamur batağına batmış olanlar, (öfkeliler)
rüzgârda savrulup (cinsellik tutkunları) yağmurda ıslananlar (boğazına düşkün olanlar),
kötü sözler söyleyip çarpışanlar (cimriler ve savurganlar)
bu kızgın kentte niçin ceza görmüyor,
Tanrı'yı öfkelendirdiklerine göre?
Böyle değil de suçları yoksa, burada işleri ne?"

O dedi ki: "Aklın niçin şaştı böyle,
her zaman gittiği doğru yoldan?
Başka bir şey mi amaçlıyor yoksa?
Elinden düşmeyen Etika'nın nefsine yenilmeyi,
kötülüğü, çılgın şiddeti,
Tanrı'nın istemediği bu üç eylemi
vurguladığı bölümünü unuttun mu ne?
nefsine yenilmenin Tanrı'yı daha az incittiğini,
bu nedenle daha az ceza gerektirdiğini?
Bu gerçeği iyice düşünürsen,
bu kentin dışında ceza çekenleri
aklına getirirsen,
onların niçin bu kötülerin dışında
tutulduklarını, Tanrı'nın kamçısının
onları niçin daha az kırbaçladığını anlarsın."

138-
Nessos daha karşı yakaya varmadan
içinde bir tek patika olmayan
bir ormana girmiştik biz de.
Yapraklar yeşil değil, koyu renkliydi;
dallar düzgün değil, budaklı, eğriydi;
meyve yerine zehirli dikenler sarkıyordu dallardan.
Cecina ile Corneto arasındaki
ekili alanlardan kaçan azgın bir hayvan, buradan
daha dikenli, daha sık bir çalılıktan geçemezdi.
Kendilerini bekleyen acıklı geleceği
söyleyerek, Troyalıları Strophades'ten kaçıran
ürkünç suratlı Harpya'lar burada yuvalanmışlardı.
Kanatları genişti, insan gibiydi boyunları yüzleri,
koca göbekleri tüylü, ayakları pençeli;
garip ağaçların üstünde sızlanıyorlardı.
İyi yürekli usta dedi ki: "Daha ileri
gitmeden, bil ki ikinci bölmedesin,
korkunç kumlara varmadan önce, (üçüncü bölmeyi oluşturan çöl)
burada eyleşeceksin.
Ama çevrene iyi bak; söylense
inanmayacağın şeyler göreceksin."
Dört bir yandan iniltiler duyuyordum,
ama inleyen hiç kimse göremiyordum;
şaşırmıştım, olduğum yerde durdum.
Yanılmıyorsam ustam, bu sesleri
dikenlerin arasındaki kalabalığın çıkardığını
düşündüğümü sandı.
Bu nedenle olmalı: "Bu ağaçların birinden
küçük bir dal kesersen
değişir düşüncen" dedi.
Bu sözleri üzerine elimi az ileri uzattım,
koca bir böğürtlenin bir dalını kopardım;
bağırdı gövdesi: "Niçin kopardın beni?"
Akan kana bulanıp mosmor kesince,
sürdürdü sözünü: "Niçin parçaladın beni?
Hiç mi acıma yok sende?
Biz de insandık, ama çalıyız şimdi;
ellerin acıma nedir bilmeliydi
bir yılan ruhu olsaydık bile."
Bir ucu tutuşmuş çıra
nasıl öbür ucundan çıtırdar da,
ıslık çalarsa esen rüzgarda,
kırılan daldan da, kan ve
sözcük fışkırıyordu peş peşe;
ürkmüştüm, dalı elimden düşürdüm.
"Ey yaralı ruh" diye yanıt verdi bilge usta,
"yalnızca benim dizelerimde okuduklarına
eğer daha önce inanabilseydi,
kardırmazdı sana elini;
ama bu inanılmaz şey, beni bu eylemi
önermeye itti, çok üzgünüm şimdi.
Kim olduğunu söyle ki ona,
dönme hakkı olduğu yukarıdaki dünyada
anını tazelesin, hatasını gidersin."

142-
"İsteğini yerine getirecek yanımdaki kişi,
ama sakıncası yoksa, sen de bize
bir ruhun bu budaklı gövdelerle
nasıl birleştiğini söyle;
bir de, kimse çözebildi mi kendini."
Bunun üzerine ağaç bir rüzgar estirdi,
ardından rüzgar sese çevrildi:
"Kısa yanıt vereceğim size.
Kötü bir ruh kendi kendine
kendi bedenini terk ettiğinde,
Minos onu yedinci çukura yollar.
Ruh ormana düşer, düştüğü yeri seçemese de,
yazgının onu attığı bu yerde
bir tohum gibi kök salar.
Sap olur önce, sonra orman ağacı;
Harpya'lar yer yapraklarını,
canını yakar, acısına pencere açarlar.
Ötekiler gibi biz de kalıplarımıza döneceğiz,
ama hiçbirimiz onları giymeyeceğiz,
doğru olmaz insanın çıkardığı şeyleri alması.
Buraya sürükleyeceğiz onları,
iç karartan bu ormanda her gövdeyi,
ruhumuzun bulunduğu böğürtlene asacağız."

148-
İkinci bölmenin üçüncü bölmeyle
sınırına vardık az sonra,
Tanrı'nın adaleti korkunçtu burada.
Gördüğüm yeni şeyleri
anlatmak için, bağrına hiçbir bitkiyi
basmayan topraklara geldiğimizi
söylemeliyim. Toprağın çevresi,
acılı ormanla, orman da hüzünlü uçurumla
çevriliydi; durduk burada, sınırın yanında.

149-
Sürüyle çıplak ruh gördüm, acı acı
ağlıyorlardı, her birine ayrı ayrı
yasalar uygulanıyordu sanki.
Kimisi yere uzanmış yatmıştı,
kimisi dertop olmuş, çömelmişti,
durmadan yürüyenler de vardı.
Çevrede dolaşanlar daha kalabalıktı,
acılar içinde uzanmış olanlar azdı,
ama başı çekiyorlardı yakınmada.

--
yere uzanmış olanlar Tanrı'ya sövme günahı işlemişlerdi; sayıları azdı ama ağızları laf yapmayı bildiğinden en çok yakınanlar bunlardı; çömelmiş olanlar sanata, koşanlar da doğaya karşı çıkmışlardı.
--


Rüzgarsız günlerde dağlarda lapa lapa
yağan kar gibi, ateş taneleri
düşüyordu kumların üzerine.
Hani Hindistan'ın sıcak bölgelerinde
ordusunun üstüne yağan alevlerin
sönmeden yere indiğini görünce,
yalnız kalan kor daha çabuk söner diye,
İskender toprağı çiğnetmeye
karar vermişti ya askerlerine:
bu sonsuz ateş de böyle iniyordu işte;
kumlar çakmak taşıyla tutuşmuş gibi yanıyor,
çekilen acı bir kat artıyordu.
Çaresiz eller durmadan çırpınıyordu
bir o yana bir bu yana gidiyordu,
düşen yeni korlardan korunmak için.

157-
Ormandan oldukça uzaklaşmıştık,
geriye dönüp baksam bile
nerede olduğunu göremezdim artık,
bir sürü ruhla karşılaştık bu sırada,
kıyı boyunca ilerliyorlardı, görünce bizi
her biri bize baktı, yeni doğmuş ay ışığında
karşılaşanların baktıkları gibi;
göz kırptılar bize doğru, iğne deliğine
iplik geçiren yaşlı terziler gibi.

-
"Oğul" dedi, "bu sürüdeki biri,
bir an duraklayacak olursa, yüz yıl boyunca
korunmasız yatar, yağan ateş altında.
Sen yürü, bir süre eşlik edeyim sana;
daha sonra yetişirim, sonsuz cezalarına
ağlayarak yürüyen arkadaşlarıma."

-
Bir bölümünü tanımak doğru olur;
hepsinden söz etmek ise yanlış olur:
zaman yetmez bunca adı saymaya.
Özetle şunu bil ki; din adamları
büyük yazarlar, ünlü kişiler hepsi,
yeryüzünde işledikleri günah hep aynı.

-- hepsi sodomi (erkeklerde cinsel sapkınlık) günahını işlemiştir.--

172-
Yalan görünüşlü bir gerçek karşısında,
insan çenesini tutmalı elinden geldiğince,
çünkü utanmak zorunda kalabilir kusuru olmasa da;
ama susmayacağım ben burada;
ey okur - uzun ömürlü olmasını dilediğim-
bu Komedya'nın dizeleri üstüne
ant içerim ki, o ağır, karanlık havada
korkusuz yürekleri bile
ürkütecek bir görüntünün, yüze yüze
geldiğini gördüm; bir taşa ya da başka bir nesneye
takılan çapayı kurtarmak için denize
dalan biri nasıl geri dönerse, öyle geliyordu yukarıya,
bacaklarını kıvıra kıvıra.

173-
"İşte dağları delen, surları, zırhları deşen,
kuyruğu sivri canavar,
işte dünyayı korkutan canavar!"

-- hile, dalavere simgesi Geryon
batıdaki adalardan birinin (Balear olabilir) kralı, konuklarını yiyerek karnını doyuran ve Hektor tarafından öldürülen üç başlı, üç gövdeli canavar --

...


O iğrenç dalavereci yanımıza geldi,
başıyla gövdesini gösterdi,
ama kuyruğunu kıyıya çekmedi.
Yüzü dürüst insan yüzü gibiydi,
yanıltıcı bir uysallık içindeydi,
yılan vücuduydu vücudunun geri kalanı;
koltuklarına dek kıllı iki pençesi vardı,
sırtı, göğsü, iki yanı
renkli yumrularla, halkalarla kaplıydı.
Türkler de, Tatarlar da renkleri daha canlı
kumaşlar işleyip dokuyamazlardı,
Arakhne bile böyle kumaş yapamazdı.

-- Arakhne, Minerva'ya karşı geldiği için örümceğe dönüştürülen Lydia'lı dokumacı, nakışçı kız --

Hani kıyıya çekilmiş kayıklar olur ya
yarısı suyun içinde yarısı karada,
ya da pisboğaz Almanların orada
kunduz pusuya yatar ya, bu iğrenç hayvan da
öyle yerleşmişti
kumları kuşatan taşların kıyısına.

175-
Bu yedinci dairenin en ucunda
oturan, acılı kalabalığın yanına
gittim tek başıma.
Gözlerinden okunuyordu çektikleri;
oralarına buralarına götürüyorlardı ellerini,
kızgın tabandan, alevlerden korunmak için:
yazın pire, sinek, büvelek ısırınca,
köpekler de böyle yapar,
ayaklarıyla burunlarıyla.
Üzerlerine bu yakıcı ateşin yağdığı
kalabalığa gözlerimi yöneltince
tanımadım hiçbirini; ama renkli bir kese
sarkıyordu herbirinin boynundan,
kesenin üzerinde bir çizim vardı,
gözlerini keseden ayırmıyorlardı.

-- hileciler, dalavereciler tıpkı yeryüzünde olduğu gibi gözlerini keselerinden ayırmazlar --

182-
Cehennem'de Malebolge denilen bir yer vardır,
boydan boya demir rengi taştandır,
tıpkı kendisini kuşatan kayalar gibi.

-- Dante sekizinci daireyi bu sözcükle adlandırıyor; bu daire ortak merkezli on hendekten oluşur; yamacın kenarından uzanan kayalar doğal köprüler oluşturarak, hendeklerin üstünden ortadaki kuyuya ulaşmayı sağlar; sekizinci dairede hile, dalavere yapmış olanlar bulunur. --

Bu lanetli yerin tam ortasında,
ağzı geniş, derin bir kuyu yer alır,
daha sonra anlatacağım özelliklerini.
Dik yamaçla kuyu arasında bir alan kalır,
bu alan yuvarlaktır,
on vadiye ayrılır.
Kalelerin çevresini kuşatan,
surları koruyan
sıra hendeklerin görüntüsü
nasılsa, öyledir vadinin görüntüsü;
yardan uzanan kayalar,
tıpkı kale tabanından
hendeğin karşı yakasına ulaşan
küçük köprüler gibi, hendekleri aşar,
kuyuya ulaşır, orada son bulur.

183-
Sağımda acınacak şeyler,
yeni işkenceler, yeni işkenceciler
gördüm, ilk hendek bunlarla tıka basaydı.
Dipteki günahkarlar çırılçıplaktı;
hendeğin ortasındakiler bize doğru geliyordu,
ötekiler bizim yönde, ama bizden hızlı yürüyordu.

-- burada kadın tellalları ile kadınları baştan çıkaranlar yer alır; Dante ile Vergilius'a doğru yürüyenler, kadınları başkaları için baştan çıkarmıştır (kadın tellalları, pezevenkler); ters yönde gidenler ise, bir kadını kendileri için baştan çıkarmıştır. -

Kara kayaların üstünde yer yer,
elleri kırbaçlı, boynuzlu zebaniler
acımasızca kırbaçlıyordu buradakileri.
İlk kırbacı yiyen, kaçıyordu hemen!
İkinci üçüncü kırbacı
beklemiyordu hiçbiri.

186-
Hep başkalarını kandırdı, yanında yürüyenler;
birinci vadiylei burada işkence görenler
konusunda bu öğrendiklerin yeter.

-
Daracık yolun ikinci yükseltiyle
kesiştiği yere gelmiştik bile,
bir başka kemer dayanıyordu bu yükseltiye.
İkinci hendektekilerin iniltilerini
işittik burada, burunlarından soluyor,
avuçlarıyla tokatlıyorlardı kendilerini.

-- ikinci hendekte dalkavuklar yer alır --

Aşağıdan yükselen soluklar yoğunlaşıyor,
yamaçları vıcık vıcık küf kaplıyordu,
insanın gözleri de, burnu da rahatsız oluyordu.
Aşağısı karanlıktı, kemerin üstüne,
kayanın en yüksek yerine
çıkmadan bir şey görünmüyordu.
Oraya çıktık; hendeğin dibinde
insanlar vardı, pisliğe gömülmüşlerdi,
belli ki pislik keneflerden çekilmişti.
...
"El etek öptüğüm için pisliğe gömdüler beni,
dilim övgüler düzmekten bıkmak bilmezdi."

191-
Ey büyücü Simon, ey onu izleyenler,
Tanrı'nın iyilikle gerdeğe girmesi gereken
nesnelerini, altınla gümüş uğruna lekeleyen
aç gözlü sefiller,
borular sizin için çalacak şimdi,
üçüncü hendektesiniz madem ki.

-- Büyücü Simon, vaftiz yetkisini elde edebilmek için, İsa'nın havarilerine para öneren büyücü (Simon Magus); batı dillerinde din sömürücülüğü, dinden çıkar sağlama anlamında kullanılan "simoni" sözcüğü onun adından türetilmiştir. --

Bir sonraki mezara varmıştık artık,
hendeğin tam ortasındaki
kayanın tepesine çıkmıştık.
Ey ulu bilge, gökyüzünde,
yeryüzünde, yerin dibinde
dağıttığın adalet nasıl da yerinde!
Hendeğin çeperlerinde, dibinde
soluk renkli taşlar gördüm, üzerlerinde
delikler vardı, hepsi aynı genişlikte.
...
Her deliğin ağzından bir günahkârın ayakları,
bacakları çıkıyordu dışarı,
gövde baldırlara dek içeride kalıyordu.
Her birinin ayak tabanları alev alevdi;
eklemler öyle hızlı çırpınıyordu ki,
sazlardan kamışlardan prangalar zor dayanıyordu.
Alev, yağlı bir nesne üzerinde
nasıl yukarıya doğru süzülürse,
topuklarından ayak uçlarına öyle süzülüyordu.
...
Çılgınlık ettim belki
şu yanıtı vermekle:"Söylesene peki:
Efendimiz ermiş Petrus'dan neler istedi,
yetkesinin anahtarını
ona vermeden önce? Hiçbir şey istemedi,
yalnızca 'Peşimden gel' dedi.
Ne Petrus, ne de ötekiler,
ne altın, ne gümüş istediler
Matya'dan, hain ruhun yerine geçtiğinde.
Sana verilen ceza yerinde;
Charles'a ters davranmana
yol açan haram parayı iyi sakla.
Yeryüzünde elinde tuttuğun
kutsal anahtarlara
duyduğum saygı olmasa,
daha da ağır sözler söylerdim;
çünkü cimriliğiniz dünyayı karartıyor,
iyileri ezip, kötüleri yüceltiyor.
İncil'i yazan, siz çobanları görmüş olmalı,
krallarla suların üstünde
orospuluk eden kadını gördüğünde:
yedi başlı doğmuştu o kadın
ve gücünü on boynuzdan almıştı
kocası erdemi benimsedikçe.
Altınla gümüşü tanrı yaptınız kendinize;
putatapardan farkınız,
bir yerine yüz puta tapmanız.
Ey Constantinus, mezhep değiştirmen değil ama,
zengin olan ilk papanın aldığı drahoma
nice kötülüğün anası oldu!"

200-
Yeni acılar dökmem gerek dizelere,
ilk bölümün yirminci kantosunun konusu
yerin dibindekileri getirmek için dile.
Acılı gözyaşlarının biriktiği
karşımdaki hendeğin dibine
bakıyordum olanca dikkatimle:
değirmi vadiden gelen insanlar gördüm,
sessizce ağlıyorlardı, yeryüzünde
ayinde yürür gibi yürüyorlardı.
Bakışlarımı dibe, onlara doğru indirince
şaşırdım, çeneleriyle gövdeleri
arasının ters dönmüş olduğunu gördüm:
böbreklerine bakıyordu yüzleri,
gerisin geri yürüyorlardı,
çünkü önlerini görmüyorlardı.
Belki de inme nedeniyle
vücutları kıvrılmıştı böyle;
ama ne duymuş, ne de görmüştüm böyle inmeli.
Ey okur, Tanrı yararlandırsın seni
okuduklarından, ama yine de kendi kendine
karar ver, gözlerim kuru kalabilir miydi,
insanın görünüşünün, kaba etleri
gözyaşları sulayacak gibi
değiştiğini yakından görünce.
Sarp yamacın kayalarından birine
dayanıp öyle ağladım ki, rehberim şöyle dedi:
"Bu budalalar gibi misin yoksa sen de?
Burada acımanın ancak ölüsü bulunur;
Tanrı'nın verdiği cezaya acımaktan
daha büyük suç mu olur?

-- Dante'nin acıma duygusu karşısında daha önce tepki göstermeyen Vegilius, ilk kez böyle sert bir tepki gösteriyor; çünkü burada, gelecekten haber vermek gibi, insan aklıyla bağdaşmayan bir etkinlikte bulunanlar söz konusudur. --
Kaldır başını, kaldır, Thebai'lilerin gözleri
önünde yarılan yerin içine düşeni
gör; 'Nereye düşüyorsun, niye savaşı bırakıyorsun
Amphiaraos?' diye bağırtmıştı herkesi.
Ama o, her geleni yakalayan Minos'un
önüne dek yuvarlanmayı sürdürmüştü.
Bak, sırta dönüşmüş göğsü;
çok ileriyi görmek istediği için,
arkasına bakıyor, gerisin geri yürüyor.

208-
Malebolge'nin, umarsız iniltilerin yükseldiği
öteki yarığını görmek için mola verdik;
zifiri karanlıktı yarığın dibi.

-- öteki yarığını: dalaverecilerin bulunduğu beşinci yarık --

Kışın denizde açılamayan Venediklilerin,
kalafata çektikleri tekneleri
onarmak için tersanede zift kaynatmaları gibi
bu sırada kimi gemisini yeniler,
kaç sefer yapmış geminin bordasını temizler;
kimi pruva, kimi pupa çekiçler;
kimi kürek yapar, kimi halat büker;
kimi mizana, kimi artene yelkeni diker;
işte buranın dibinde de,
ateşin etkisiyle değilse bile,
kutsal bir beceriyle bir zift kaynıyordu,
kıyıyı dört bir yandan sarıyordu.
Zifti görmesine görüyordum,
ama yalnızca, kaynaya kaynaya şişen,
ardından sönen kabarcıkları seçiyordum.
...
Bunun üzerine ben, kaçması gereken
tehlikeyi görüp de, ne yapacağını bilemeyen,
ama yine de bakmaktan vazgeçemeyen
biri gibi arkaya döndüm:
kayanın üstünden bize doğru
kara bir zebaninin koştuğunu gördüm.
Öyle korkunçtu ki görünüşü!
yüzünde acıma duygusu kalmamıştı,
ayakları hızlı, kanatları açıktı!
Kalkık, sivri omuzlarının üstünde
bir günahkâr taşıyordu, sıkı sıkıya tutuyordu
adamın ayaklarını.

210-
Ustam: "Burada olduğunu görmesinler"
dedi, "bir kayanın arkasına
çök ki, siper olsun sana;
ne denli söverlerse sövsünler bana,
sakın korkma, iyi bilirim bu işleri
ilk kez dolaşmıyorum onlarla."

...

Zebaniler, sadaka istemek için duraksayan
yoksul birine fırtına gibi saldıran
bir köpek öfkesiyle, köprünün altından
çıktılar ve ellerindeki
bütün zıpkınları ona çevirdiler;
ama o: "Hainlik etmeyin!" diye seslendi,
"Zıpkınlarınız vurmadan önce bedenimi,
içinizden biri gelip dinlesin beni,
kararınızı ondan sonra verin."
Bir ağızdan bağırdılar:"Malaconda gitsin!";
hepsi durdu, öne çıktı biri,
rehberime doğru gelip:"Ne istiyorsun?" dedi.
Ustam yanıt verdi:"Malaconda, sanıyor musun ki,
Tanrı istemeseydi, yazgı destek vermeseydi,
kurduğunuz tuzakları atlatıp da
gelebilirdim buraya?
Bırak da gidelim, çünkü bu tehlikeli
yolu birine göstermem, cennetin isteği."

217-
On zebaniyle birlikte gidiyorduk şimdi.
Ah, zebaniler öyle korkunçtu ki! Ne var ki,
kiliseye ermişle, meyhaneye boğazına düşkünle gidilirdi.
Gözlerimi zifte çevirmiştim yine,
amacım çukurun her bir yerini
ve içinde yananları iyice görebilmekti.
Sırtlarını çıkartarak, denizcilere
yaklaşan tehlikeyi
haber veren yunuslar gibi,
günahkârın biri
arada sırtını gösteriyordu,
sonra yıldırım hızıyla görünmez oluyordu.
Su dolu bir çukurun kıyısında
kurbağalar nasıl burunları dışarıda,
ayakları, gövdeleri suyun içinde dururlarsa,
her taraf öyle duran günahkâr doluydu;
ama yaklaşır yaklaşmaz Barbariccia,
hemen giriyorlardı ziftin içine.

228-
Orada boyalı insanlarla karşılaştık,
ağır adımlarla çevrede dolaşıyorlardı,
yorgun, bitkin, ağlaşıyorlardı.

-- altıncı hendekte ikiyüzlüler vardı --

Üzerlerinde cüppeler vardı,
gözlerine dek iniyordu külahları,
Cluny keşişlerini örnek almışlardı.
Dışları yaldızlı, göz alıcıydı;
içleri kurşundandı, ağırdı,
Federigo'nun cüppeleri tüy gibi kalırdı.

-- söylentiye göre imparator Federigo II kendisine karşı çıkanları, üzerlerine kurşun bir zırh giydirip, kurşunun erimesi için kaynar bir kazana atarmış --

Bu ağır cüppe sonsuza dek taşınacaktı!
Biz de sola döndük onlarla birlikte
acıklı yakarılarını dinleye dinleye;
Ama yüklerinin ağırlığı altında kıvranan
bu insanlar öyle ağır yürüyorlardı ki,
adım başında başkaları geçiyordu yanımızdan.

237-
Güçsüz görünmemek için, konuşuyordum yürürken,
bu sırada bir ses yükseldi öteki hendekten,
ama anlam çıkmıyordu sözcüklerinden.

-- yedinci hendekte hırsızlar vardı --

238-
Köprünün sekizinci yükseltiyle birleştiği
ucundan aşağıya inince,
hendek görünür oldu gözlerime:
bir sürü korkunç yılan gördüm burada,
türleri öyle garipti ki, aklıma geldikçe hâlâ
kanım donar damarlarımda.
Libya artık çölleriyle övünmesin;
chelydrid, cenchres, amphisbaena ya da
jaculi yılanlarıyla böbürlenmesin,
çünkü Habeşistan'la Kızıldeniz'in üstünü de
eklese topraklarına, böyle
zehirli, korkunç bir sürüyü getiremez bir araya.
Ürkü salan bu gözü kara sürünün orta yerinde,
çırılçıplak insanlar koşuyordu korku içinde,
ne bir sığınak, ne de siğilotu bulma umutları vardı;
-- siğilotu, insanları görünmez kıldığına inanılan bir ottur --
elleri yılanlarca arkalarına bağlanmıştı,
yılanlar onlara kuyruklarını, kafalarını
vuruyor, önlerine çörekleniyordu.
Yanımızda bulunan birine birden saldıran
bir yılan, adamın vücudunu delip geçti,
boyunla omuzların birleştiği noktadan.
O ya da I harfi yazacak zaman dolmadan,
adam tutuşup cayır cayır yandı,
külleri etrafa dağıldı;
böylece yok olduktan sonra yerde;
küller kendiliğinden toplandı,
yeniden aynı görüntü ortaya çıktı.
Büyük bilgeler, zümrüdüanka
beş yüz yaşına yaklaştığında
ölür, sonra yeniden doğar derler;
bu kuş yaşamı boyunca ne ot, ne tohum yer,
kakule ile günlükle beslenir,
geyik otuyla dikenler ise kefenidir.
Kendisini yere çeken iblisin etkisiyle
ya da elini kolunu bağlayan bir inmeyle,
nasıl olduğunu bilmeden yere yığılan biri,
ayağa kalkıp da çevresine baktığında
nasıl şaşkın şaşkın içini çekerse
çektiği büyük acının etkisiyle:
öyleydi yerden doğrulan günahkâr da.
Ey Tanrı'nın gücü, ne sertsin sen,
öcünü böyle darbelerle alırken!

254-
Dünyayı aydınlatan yüzünü
bizden en az sakladığı,
sineğin yerini sivrisineğin aldığı
dönemde, bir tepede dinlenen köylü,
belki de üzüm toplayıp toprağı sürdüğü
aşağıdaki vadide nasıl ateşböcekleri görürse;
dibinin seçildiği yere geldiğimde,
sekizinci hendeğin de, alevlerle
öyle ışıdığını gördüm ben de.
Beygirler şahlanıp da İlyas'ın arabasını gökyüzüne
yükseldiğinde, öcünü ayıların aldıkları kişi
gözleriyle izleyince,
nasıl küçük bir bulut gibi
yükselen bir alevden başka
bir şey görmediyse havada:
hendeğin dibindekiler de öyle ilerliyorlardı,
hiçbir alev gizlediğini göstermiyordu,
her alev bir günahkâr içeriyordu.
Aşağıya bakmak için ayakta duruyordum köprüde,
kayanın çıkıntısını tutmasaydım ellerimle,
aşağı düşebilirdim, itmeden kimse.
Bunca dikkatle aşağı baktığımı görünce,
rehberim dedi ki:"Ruhlar bu alevlerin içinde,
her ruh kendini yakan aleve sarılı iyice."

270-
Minos'a götürdü beni; o da kuyruğunu
sekiz kez sert sırtına doladı;
sonra kuyruğunu öfkeyle ısırdı:
'Bunun da yeri, hırsızların ateşi' dedi;
bu nedenle bu cezayı çekmekteyim gördüğün gibi,
söylene söylene gidiyorum, sırtımda bu giysi.

271-
Şimdi gördüğüm kanları yaraları,
zincirsiz sözcükler dese, üst üste yinelese de,
anlatacak biri var mı?
Kuşkusuz hiçbir dil bunu başaramaz,
düşüncemiz de, sözlerimiz de,
gördüklerimi kavrayamaz.

-- dokuzuncu hendek, toplumda bölünmelere yol açanların bulunduğu hendektir --

272-
Dibi delik, tahtası eksik hiçbir fıçı,
benim gördüğüm, tepesinden tırnağına bağrı
deşik biri gibi parçalanmış olamazdı.
Bacakları arasından sarkıyordu bağırsakları;
iç organları ortadaydı,
yenilenlerden bok yapan murdar keseyle birlikte.

273-
Burada gördüğün öteki kişiler
yeryüzünde bölücülük, bozgunculuk tohumu ektiler,
bu nedenle ikiye bölündüler.

Arkamızdaki zebani bizi denetler,
bu acılı yolu her döndüğümüzde,
bu sürüdeki herkesi
gözünü kırpmadan kılıcıyla bir daha şişler;
çünkü yaralarımız kapanmıştır yine,
yeniden onun önüne geldiğimizde.

276-
Durup kalabalığa baktım:
başka kanıt olmasa tek başıma anlatmaya
çekineceğim bir şeyle karşılaştım:
bereket, insanı arılık zırhına büründüren,
özgürlüğümüzü veren
sadık dost vicdan yetişti imdadıma.
Bu acıklı kalabalığın içinde,
ötekiler gibi yürüyen başsız bir gövde
gördüm, hâlâ da görür gibiydim gerçekten.
Kesik başını saçlarından tutuyordu,
bir fener gibi elinde sallıyordu:
bize bakıyor "Yazıklar olsun!" diyordu.
Kendi kendini aydınlatıyordu;
bir bedende iki, iki bedende tekti,
nasıl olabildiğini ancak yaradan bilirdi.
Köprünün tam ayağına geldiğinde
eliyle başını havaya kaldırdı
sözleri daha iyi duyulsun diye,
dedi ki: "Sen ki, ölüleri görmeye
gelmişsin canlı canlı:
bak bakalım benden çok acı çeken var mı<
Benden de haber götüresin diye,
bil ki, Bertrand de Born benim adım,
genç kralı ben yoldan çıkarttım.
Baba ile oğlu birbirlerine karşı kışkırttım:
Achitofel bile Davud'u Absalon'a karşı
böyle insafsızca kışkırtmamıştı.
Birbirine yakın iki kişiyi
ayırdığım için, beynimi bu gövdedeki
kökünden ayrı taşıyorum ne yazık ki.
Bana uyguladıkları, kısas ilkesi."

282-
Malabolge'nin son manastırına gelip de,
kendi gözlerimizle
gördüğümüzde keşişleri,
değişik iniltiler yüreğimi deldi ok gibi,
okların ucunda acıma vardı demir yerine;
kulaklarımı tıkadım ellerimle.

Bu uzun köprüden son kıyıya indik,
yine sol yöne doğru gittik;
gözlerim keskinleşmişti şimdi,
iyice görüyordum dibi,
yüce yaradanın şaşmaz adaleti
cezalandırıyordu defterindeki sahtecileri.
Herkesin salgından yatağa düştüğü,
havanın leş gibi koktuğu,
hayvanların, börtü böceklere dek öldüğü,
ve ozanların da doğruladıkları gibi,
karınca tohumundan yeniden eski halkların türediği
Aigina'nın görüntüsü, sanmam ki
bu karanlık vadide öbekler halinde
işkence gören ruhların görüntüsünden
daha korkunç görünsün gözlere.
Kimisi yüzükoyun yere,
kimisi bir başkasının sırtına yatmıştı,
o korkunç yolda sürünenler de vardı.
Biz, bir şey demeden ağır adımlarla yürüyorduk,
vücutlarını doğrultamayan bu hastalara
bakıyor, onları dinliyorduk.

299-
Daha ileri gitmeden önce,
göreceklerin seni şaşırtmasın diye
bil ki, kule değil hiçbiri,
hepsi birer dev, göbeklerinden
ayaklarına dek gömülüler kuyuya.

300-
Bu hayvanları yaratmaya son veren doğa,
Mars'ı onlardan yoksun kılmakla
hiç kuşkusuz doğru bir iş yaptı;
balinalarla fillere dokunmadığına göre,
aklı başında biri, bunun ne yerinde,
ne doğru bir karar olduğunu hemen anlamalı:
çünkü akıl, kötü niyetle
kaba kuvvetle birleşirse,
kimse karşı koyamaz bu güce.

306-
Ama o, Lucifer'le Yahuda'yı yutan uçurumun dibine
indirdi bizi özenle;
uzun süre eğik kalmadı,
bir gemi direği gibi yeniden yukarı kalktı.

307-
Dizlerim, öteki kayaların üzerine bindiği
bu korkunç deliğin gerektirdiği gibi
sert ve acı olabilseydi,
daha eksiksiz dile gelirdi
düşüncemin özü; ama böyle dizelerden yoksunum
ve çekine çekine konuşuyorum:
çünkü evrenin tümünün dibini
anlatmak, ne hafife alınmalı,
ne de, ana baba diyen bir dilin işi olmalı.

Ey anlatılması zor bu yerde
oturan en büyük lanetliler,
koyun ya da keçi olsaydınız keşke!

Devin ayaklarının altındaki
kuyunun karanlık dibine geldiğimizde,
gözlerim hâlâ yüksek duvarlarda gezinirken,
bir ses duydum, dedi ki:"Dikkat et yürürken!"
Yoksa acılı kardeşlerinin
başlarını çiğnersin."
Başımı çevirdim bunun üzerine,
bir göl gördüm önümde, ayaklarımın dibinde,
donmuştu, sudan çok camı andırıyordu.

-- bir göl: Kokytos --

Köylü kızı ekin biçmeyi düşlediğinde, kurbağa
nasıl başını sudan çıkartırsa
ötmek için, acı çeken soluk benizli
bu gölgeler de, utancın kendini belli ettiği
noktaya dek buza gömülmüşlerdi,
dişleri vuruyordu leylek gagası gibi.
Her birinin yüzü aşağıya bakıyordu;
ağızları korkunun, gözleri yüreklerindeki
derdin ürkünç izlerine tanıklık ediyordu.

320-
Biraz daha ilerledik,
buzun başka insanları örttüğü bir yere geldik,
bunların aşağıya değil, yukarıya dönüktü yüzleri.
Gözyaşları ağlamalarına engel oluyordu,
gözlerinden boşalmayan acı içe dönüyor,
yüreklerin sıkıntısını daha da arttırıyordu;
çünkü ilk yaşlar katılaşıyordu,
kirpiklerin altındaki çukuru dolduruyor,
sanki billur bir siper oluşuyordu.

323-
Tolomea'nın ayrıcalığı şu ki,
çoğu kez bir ruh, Atropos onu yola
çıkartmadan önce düşer buraya.
Yüzümdeki buzlu gözyaşlarını daha
büyük istekle kazıyasın diye,
bil ki, bir ruh benim gibi ihanet ettiğinde,
bir şeytan gelip alır bedenini,
artık şeytan yönetir onu
doluncaya dek vadesi.
Bu durumda ruh, bu mahzene düşer
ve arkamda donmakta olan gölgenin bedeni,
hâlâ yeryüzünde görünüyordur belki.

-- Tolomea: konuklarına ihanet edenlerin bulunduğu, dokuzuncu dairenin üçüncü bölümü. Tolomea sözcüğü, kendisine sığınan Romalı general Pompeius'u öldüren Mısır kralı Ptolemaeus'tan türetilmiş olabilir.
Atropos: ömür ipliğini kesen tanrıça --

325-
Gölgelerin baştanbaşa örtüldüğü,
cam içinde bir saman çöpü gibi göründüğü
bir yere gelmiştim, elvermiyor bunu yazmaya şiirim.

-- dokuzuncu dairenin dördüncü ve sonuncu bölümü; burada kendilerine iyilik edenlere ihanet edenler bulunur --

Kimi ayaktaydı, kimi yerdeydi,
kimi başının, kimi tabanlarının üstündeydi;
yay gibi kıvrılıp ayaklarına bakanlar da vardı.
Bir zamanlar güzeller güzeli
olan yaratığa, onu bana gösterecek gibi
yaklaştığımızda, ustam önümden çekildi,
durdurdu beni:
"İşte Dite" dedi, "cesaretini
toplaman gereken yere geldik şimdi."
Nasıl buz kestiğimi, güçten kesildiğimi
sorma bana ey okur, bunu yazamam,
çünkü yeterli sözcükleri bulamam.
Ölmemiştim, ama diri de değildim;
bir nebze aklın varsa kendin tasarla
ne hale geldiğimi, yaşamla ölümden yoksun kalınca.
Acılar ülkesi hükümdarının yarı gövdesi
buzlardan dışarı yükseliyordu;
benim boyum bir devin boyuna daha yakın olurdu
onun kollarına oranla:
buna bakarak, gövdesinin nasıl olduğunu
artık sen hesapla.
Ne denli güzelse vaktiyle, o denli çirkin olduğuna,
yaratıcısına başkaldırdığına
göre, her türlü kötülüğün kaynağı o olmalıydı.
Şaşırdım kaldım,
başında üç yüzü olduğunu görünce.
Kırmızı yüzlüydü yüzlerden öndeki,
-- kırmızı, kini simgeler --
omuzlarından eklenmekteydi
öbür ikisi bu yüze
ve tepede birleşiyordu yüzlerin hepsi;
beyazla sarı arasındaydı sağ yandaki;
-- beyazla sarı arası; güçsüzlüğü simgeler --
sol yandaki, Nil'in geçtiği
yerlerden gelenlerin rengindeydi.
-- kara; bilgisizliği simgeler --
Her yüzün altında iki kanat vardı,
her kanat dev bir kuş kanadıydı
böyle yelken bile görmemiştim denizlerde.
Kanatlar tüyden yoksundu,
yarasa kanadına benziyordu;
çırptıkça kanatlar, üç rüzgar esiyordu:
Kokytos bir baştan bir başa buz kesiyordu.
O altı gözüyle birlikte ağlıyordu,
üç çeneye gözyaşlarıyla kanlı salyalar akıyordu.
Her ağızda dişler bir günahkâr öğütüyordu
bir değirmen gibi, böylece aynı anda
üç günahkâr birden işkence görüyordu.

"En büyük cezaya çarptırılan,
şu yukarıdaki ruh" dedi ustam, "İskaryot Yahuda;
başı ağzın içinde, çırpınan ayakları boşlukta.
Başı aşağı duran iki ruhtan,
kara yüzden sarkan Brutus,
gördüğün gibi, kıvranmakta hiç ağzını açmadan!
İri kıyım öteki de Cassius.
Gece oluyor artık, gitme zamanı geldi,
gördük sayılır her şeyi."

İsteğine uydum, boynuna doladım ellerimi,
o, en uygun zamanı, yeri seçti;
kanatlar baştan başa açılınca
tutundu tüylü kaburgalara,
tüyden tüye kaya kaya,
indi gür tüylerle buzların arasına.
Uyluğun kalça çıkıntısıyla
birleştiği noktaya ulaştığımızda,
rehberim bin bir zorlukla, korkuyla
başını ayakların olduğu yöne çevirdi
ve tüylere yapıştı yukarı çıkmak ister gibi,
öyle ki, Cehennem'e geri dönüyorduk sanki.
"İyi tutun" dedi ustam, yorgun biri gibi
soluk soluğa, "kurtulmak için bu kötülüklerden,
böyle merdivenlerden inmek gerek."
Sonra bir kaya yarığından dışarı çıktı,
kayanın kenarına oturttu beni,
dikkatli adımlarla yanıma geldi.
Gözlerimi yukarı kaldırdım,
Lucifer'i bıraktığım gibi bulacağımı sanmıştım;
oysa havaya kaldırmıştı bacaklarını.
Şaşırıp şaşırmadığıma cahiller,
geçtiğim noktayı bilmeyenler
karar versinler.
"Doğrul" dedi ustam, "ayağa kalk:
yolumuz ırak, üstelik engebeli,
saat dersen yedi buçuğu geçti."
Bulunduğumuz yer saray odası değildi,
yeraltında doğal bir indi,
hiç ışık almıyordu, tabanı delik deşikti.
Ayağa kalkınca dedim ki:
"Bu çukurdan uzaklaşmadan önce,
nerede yanıldığımı bana söyle: Buz nerede?
Lucifer nasıl baş aşağı duruyor böyle?
Güneş nasıl geçti geceden gündüze,
birkaç saat içinde?"
Dedi ki:"Sen kendini hâlâ, dünyayı kemiren
lanetli kurdun tüylerine tutunduğum yerde,
merkezin ötesinde sanıyorsun.
Oradaydın ben aşağıya indikçe; ama ben dönünce,
dört bir yerden ağırlıkların yöneldiği
noktayı geçtin sen de.
Şimdi, günahsız doğup ölen kişinin
öldürüldüğü toprakları içeren yarıkürenin
karşısında yer alan yarıkürenin
dibine vardın:
ayakların bastığı küçük daire,
öteki yüzü Giudecca'nın.
-- dokuzuncu dairenin en dar bölümü olan dördüncü bölüm. Giudecca sözcüğü İsa'ya ihanet eden Yahuda'nın adından (Giuda) türetilmiştir --
Burası sabahtır, orada gün batarken:
bizi tüylerinden merdiven gibi indiren,
yerinde dikili eskisi gibi.
Bu yana düşmüştü gökyüzünden
buralarda uzanan toprak
ondan korkup denizin dibine gizlenmiş,
bizim yarıküremize gelmişti;
üstümüzde görünen toprak, --Arâf --
belli ki ondan kaçıp ardında bu boşluğu bıraktı."
Belzebuth'un ötesinde
-- Belzebuth: şeytanların başına verilen ad, Dante bu adı Lucifer için kullanıyor --
bu mezar sona ermeden önce
bir yer vardır, görünmez çıplak gözle
ama oyduğu bir kayadan hafif bir eğimle
akan bir suyun şırıltısı
belli eder varlığını.
-- Arâf'tan gelen Lethe ırmağı --
Aydınlıklar dünyasına dönmek için, rehberimle
bu yeraltı geçidine daldık,
mola vermeyi aklımızdan bile geçirmeden,
o önde ben peşinde yukarılara tırmandık
sonunda yuvarlak bir delikten
gökyüzünün taşıdığı güzel nesnelere baktık;
buradan dışarı çıktıki görmek için yıldızları.

**** Âraf ve Cennet de yıldızlar sözcüğü ile sona erer ****