11 Ekim 2012 Perşembe
aşka veda - can dündar
can
13-
aşk devrimcidir.
otorite, düzen, nizam tanımaz.
coşkuyla çarpan iki kalbin yarattığı etkiye hiçbir direnç dayanmaz.
sınırlar, harp içindir; aşk sınırdan anlamaz.
yaş, sosyal statü, renk, ırk, cins, dil, mezhep, milliyet farkı, tutkuya mâni olamaz.
iki yürek buluştu mu onları dizginleyen çitler, bariyerler, örf ve âdetler, gelenek ve görenekler, ilkeler, nizamnameler, akrabalar ebeveynler tutuşur.
ten, derde ilaç olur; ölüm, ayrılığa yeğ tutulur.
seven iki yürek, ayrılmaya zorlandıkça birleşir.
aşk, yalnızca içeriden yıkılabilen bir kaledir. sadece âşıkların birbirini yemesiyle yok olur.
***
devrimcinin düşmanı düzendir.
kazanmanın konforlu rehaveti, "elde ettim işte!" felaketine dönüşür kısa zamanda...
devlet, aile, özel mülkiyet el ele verip işe karışır; büyük heyecan, alışmayla, kurumsallaşmayla yatışır.
o ilk kıvılcımdan güçlü bir dostluk ateşi yakamazsanız, uğruna dünyayla savaşabileceğiniz insanı bir iç savaşta kaybedersiniz.
onca hızlı daldığınız rüyadan bu kadar hızlı uyanabilmiş olmanıza da hayret edersiniz.
19-
ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden, bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hiselerin...
-
sınıfta, büroda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, ondan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa...
-
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
-
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona o diye atlıyor, vitrindeki her giyisiyi ona yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken, "keşke o anlatsa!" diye iç geçiriyorsanız...
-
özlemi, sol memenizin altında, tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
33-
oysa kimseye güvenmediğinde güçlüydü; aşk, direncini kırmıştı.
cömertçe açtığı kalp, iltihaplı bir yara olup çıkmıştı.
sevgisizken aldanmazdı hiç olmazsa; şimdi hem sevgisiz kalmış hem kandırılmıştı.
tutkuyu bir kez tattığı için hep onu arar olmuş, tokluğa alışınca açlığı unutmuştu.
"bir gün mutlaka gelecek" ile "onsuzluğa alışmalıyım" arasında gidip gelmekten bitap düşmüştü.
yeniden it kopuk dolu sokaklara döndüğünde aşka düşmeden önceki halinden eser yoktu.
hastalanmıştı.
nefretten korkarken aşkla zehirlenmiş, ihanetle yaralanmıştı.
sessizce ağladığı gecelerde, "belki onu hiç tanımasam daha iyiydi," diye sayıkladı.
yalnızlık belası, ayrılık acısından âlâydı.
36-
küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.
biz de eros'un şefkatine sığınıp sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz?
yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz?
sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü yıkıp yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
sonra ne oluyor?
sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor.
saçımızı okşayan elin, bizi ilelebet kollayacağına inanıyor, tatlı sözlere kanıyoruz. taklalar atıp cilveler yapıyoruz.
ve en ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne...
şefkatimiz katilimiz oluyor.
***
ders almak mı?
ne münasebet!..
daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapısını...
zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında...
boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, her terk edişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "bir daha asla"larla "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yalıyoruz.
o yüzden "melek"ler, içe kıvrık patilerle gömülüyor.
ve hayata "şeytan"lar hükmediyor.
***
belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır...
şefkate kanmış mevta bir ev kedisi olmaktansa gardını almış hayta bir sokak kedisi kalmak evladır.
38-
henüz reklamdakine benzer bir sevda kısmet olmamıştır kimine; ama çoğu doludizgin yaşamış ve sonunda kıymıştır yarine...
onu acılar çektirerek öldürmüş ve eski bir şarkıya gömmüştür.
ortak hatıralar mezarlığına...
ya da ihanetler kabristanına...
***
kimi fazla sevgiye sarıp nefessiz koymuştur aşkını kimi sevgisiz bırakıp boğmuştur.
kimi busesine kuşkunun zehrini katmış kimi ilgisizliğin kodesine atmıştır.
kıskançlığın ateşiyle bilenen hançer, sahibi ne kadar çok sevdiyse o kadar derine saplanmıştır.
doyamadan ayrılanların damağında buruk bir ıstırap tadı kalmıştır.
***
işte o yüzden terk eden, terk edilen, sevdiğini öldüren ya da sevdiğinice gömülen, biraz hüzün, çokça çelebi bir gülümsemeyle bakar cilveleşen âşıklara, "sevgililer günü"nün haber bültenlerinde...
kendisi kıymıştır sevdiğine...
ve bilir ki, diğer kumrular da, yakın bir kıskançlık krizinde ya da özensiz bir birlikteliğin tekdüzeliğinde, kıyacaktır yarine...
çünkü ferhad ile şirin'den, kerem ile aslı'dan, leyla ile mecnun'dan, romeo ile juliet'ten bilir ki, tıpkı sevgililer günlerinin taze gülleri gibi, ömrü uzadıkça solar ateşli sevdalar...
sadece öldürülen âşıklar yaşar. aşkta, ölüm ile yaşam arasında ters orantı var.
40-
insan vücudunda görevini yaparken kanla dolan iki organ var:
biri kalp...
diğeri erkekte penis, kadında klitoris...
aşkı sekse bağlayan en somut kanıt bu galiba...
46-
erkek soyunun ne mal olduğunu kendinden bilen bir baba, kızını böyle bir günde, babasının mazideki halinden korumanın derdine düşecek.
58-
insan bazen tüm biriktirdiklerini riske etme pahasına, kendine sakladığı ya da düşünde yarattığı bir aşk bahçesinde, gizliden gizliye bir heykel yapar gibi bir ilişki tasarlar. en mahrem duygularını vehmeder, arzularını giydirir ona...
aslında gerçek değildir, heykeltraşın hayalidir o... tanrısal bir coşkuyla yoğurup gönlünce şekil vereceği, üzerinde fantezilerini gerçekleştireceği bir heykel...
***
bu hayal, iki türlü son bulur: ya heykel bir baskında ele geçirilir. veya model, heykeltraşın düşlediği biçimi alamaz. çünkü, "insanın ne olabileceği, ancak ne olduğuyla sınırlıdır." sonunda heykel kırılır; ama kırılırken riske edilmiş öbür hayatlara da kıyar.
artık heykeltraş için nedamet günüdür.
o gün, "sever öldürdüğünü ve öldürür sevdiğini..."
59-
iki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...
60-
malum, ikinci bahar, "son" bahardır. orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.
***
ilkbaharda çoğunlukla imkânsızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; sonbahardaysa fedakârlık...
70-
insan kirli bir nehirdir. kirli bir nehri, kirlenmeden içine alabilmen için deniz olman gerekir.
böyle buyurdu zerdüşt - nietzche
75-
ah kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya
kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
evler, çocuklar,
mezarlar çizerek dünyaya
gülten akın
89-
babalarımızın, evin başköşesindeki pederşahi koltuğunu çift kişilik oturma grubuyla değiştirmesiyle sona eren bir imparatorluğun enkazı altındayız.
96-
kadının erkekle ilişkisini, 'erk'le ilişkisinden bağımsız düşünmek zor...
97-
pek az iktidar sahibi, miller gibi, "alkışlanan adamla benim aramda hayli mesafe var," itirafını göze alabilir.
çünkü alkışlar, zaafları kapamaya birebirdir.
birbirine hızla çarpan, kendisine gıptayla uzanan ellerin şehvetiyle muktedir, kısa zamanda körleşir.
kendini fazlaca ciddiye almak, kalıcı bir iktidar sorunudur.
iktidar kasılması, acıdan ziyade haz veren bir kramp gibi gerer insanın bedenini... yürüyüşünü değiştirir.
zamanla aynalara sığmazsınız; konuşmanıza bir bilmişlik gelir. bindiğiniz arabalar, yaşadığınız odalar, doğup büyüdüğünüz coğrafyalar dar gelir.
eşinizi kendinize eşdeğer bulmamaya başlarsınız.
iktidar hapının yan etkilerinden biri şımarma ise diğeri boşanmadır.
***
işin acıklı yanı, alkışların gürültüsü, sağduyulu uyarıların duyulmasını da engeller.
eleştirileri, çekememezlikten sanırsınız.
iltifatları gereğinden fazla ciddiye alırsınız.
101-
"ne kusursuz kadın bulmak gerekiyor ne de kusursuz erkek olmak..."
***
bu sonuca varabilmek için izlenen yöntem, kitapta var. ben, kitabı okumadan önce bu noktaya nasıl ulaştığımı açıklayayım:
defosuz insan beklentisinin, sadece hayalperestlik değil, aynı zamanda haksızlık olduğunu erken anladım.
sevdiklerimi en ufak kusurda defterden silmenin, "bir daha asla," demenin, istifasını istemenin, kimsenin masum olmadığı bir çağda, kasvetli bir yalnızlığa yelken açmak olduğunu fark ettim.
kendimce bir "yıkımdan korunma" metodu geliştirdim:
kahramanlarımla daha gerçekçi bir ilişki kurdum.
onların kusursuz olmadıklarını kabul ettim.
bendeki kredilerini yükselttim.
zaaflarını erdemlerinden ayırıp, eksiklikleriyle değil, kazandırdıklarıyla ilgilenir oldum.
***
sanattan örnekleyeyim:
picasso'nun aynı dönemde hem karısı hem sevgilisi için yaptığı tabloları, içeriğini sorgulamadan sevebiliyorum.
nâzım'ın oğluna yazdığı şiir, oğluna yaptığı muameleyle taban tabana zıt olsa da beni duygulandırıyor.
dostoyevski, kumar tutkusuyla değil, kumarı kağıda döküşüyle kalıyor aklımda...
böylece hem onlar yüzünden iyi resimden, iyi şiirden, iyi romandan vazgeçmemiş hem de onların yaratıcılarını zihnimde, oynayamayacakları bir role itmemiş oluyorum.
114-
söylenememiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığıdır 70'ler...
oysa bugün aynı iki sözcüğün enflasyonundan tıklım tıkış, aşkın kabristanı...
116-
lügstinde, "yalnızlık" yoktu 70'lerin; onca vuslatsızlığa rağmen bunca dile düşmemişti.
kavuşmak kolaylaştıkça arttı ıssızlık edebiyatı da... sanki ete kemiğe büründükçe etten ve kemikten ibaret kaldı ilişkiler de...
119-
maçta fanatik, işte karizmatik, ilişkide antipatik kadınlar çıkmıştı ortaya... ilişki kuramaz, kurabilsek tutunamaz olmuştuk. vuslata eremeden boşanma çağını karşımızda bulmuştuk.
120-
refik halid karay, üç nesil üç hayat kitabında, "meşrutiyet öncesinde aşk, gizli 'ah'lar, 'of'lar, iç çekmeler, iğne ipliğe dönmeler, verem olmalardan ibaretti," diye yazar.
delikanlı, yüzünü bile göremeden sevdiği yavuklusuna aşkını ilan etmek için penceresi önüne bir parça kömür, bir limon, bir de kuru ekmek bırakır.
kömür, "aşkından yandım kavruldum," demektir.
limion, "sevdanla sararıp soldum."
kuru ekmek ise, "yeter ki kavuşalım, ömrümce kuru ekmek yemeye razıyım."
145-
iyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? kafasını çalıştıranların kafasını koparırken kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda, çocuklara nasıl "göğsünü değil, kütüphaneni büyüt," öğüdü verebiliriz ki?
147-
freud'un, "yansıtma" dediği yöntemle kendi kusurlarımızı başkalarında görünce suçlayıp rahatlıyoruz.
169-
"tek gecelik kaçamak için yuva yıkmam. ama sevdiyse durum başka..."
işte burada hazin bir ikilem var:
oldum olası erkeğin, sevmeden seks yapabilme "becerisi"ni ayıplayan kadın, burada o "ayıbı" kendi avantajına çevirmeye çabalıyor.
ihanetin sınırlarını, "sevişsin ama sevmesin," diye çiziyor.
cinsellik tekelinden -biraz da mecburen- vazgeçerken sevgi tekelini hâlâ elinde tutmaya çalışıyor.
bu formülün dile getirilmesi bile "evlilik doğaya aykırı" hipotezini doğrulayan bir kanıt...
-
farklı yetiştirilme tarzlarından olsa gerek:
erkek, "sevse de sevişmesin" derdinde;
kadın, "sevişse de sevmesin"e razı...
oysa sevmeden sevişmek ile sevişmeden sevmek aynı sakat doğumun ikizleri değil mi?
174-
hâlâ beğeniliyor olmanın vehmi, hâlâ yapabiliyor olmanın hazzına karışıyor. tatmin edilen ego şiştikçe şişiyor. nefis uyanınca, ne iş ne ev görüyor.
bitap evliliklerin tozunu, sevgisiz ilişkiler alıyor.
her dişlenen "taze et", yenileri davet ediyor.
ev zulaları, günahların çetelesini tutuyor.
ihanet kol geziyor.
***
kim bilir, kaç erkek, gömlekteki bir ruj izi, cepte unutulmuş bir mektup ya da ansızın gelen bir telefon mesajı yüzünden kan ter içinde hesap verdi, çocukça boyun eğdi, beceriksizce yalan söyledi, öfkeyle terk etti, terk edildi bugünlerde...
kaçı, pişman gözler, yalvaran sözlerle geri döndü eşine, döndürdü eşini...
kaçı, ertesi gün unuttu, "ebediyen" verdiği sözleri...
kaçı, haber verenleri suçladı, yakalandığında...
kaçı, yakalanana "enayi" dedi, haberi duyduğunda...
ve kaç "kutsal kadın", aile denilen kumdan kalenin sınır boylarını bekledi, kızarak, ağlayarak, utanarak, yine de diş bilediği kale reisini savunarak...
ve göz yumarak... bazen sevgiden, çoğu kez çaresizlikten...
aynı saatlerde erkek, bir kahvede, becerdiklerini anlatırken...
175-
garipsediğim, 40 yaş erkeğinin kadını sevmesi değil; sevmemesi...
ve şaşırtıcı olan, ihanet etmesi değil; ihanet ettiği hayatı aynen sürdürmesi...
yaşadığının bedelini ödemeye cesaret edememesi...
harcına yalan kattığı kaleyi terk edememesi...
"ben de karımın kaçamağını, ondan beklediğim tevekkülle karşılayabilirim," diyememesi....
hep kendine yontarak diktiği ikiyüzlü bir ahlak totemine her daim secde etmesi...
ne ihanet ettiği ne de ihaneti paylaştığı kadına karşı dürüst olabilmesi...
177-
tatil deyince tamamen eğlence ve dinlenmeyle doldurulması gereken bir zaman akla geliyor. ancak çok ani virajların alındığı bir dönem de olabiliyor. çünkü ertelediğimiz sorunlar; tatilde açığa çıkıyor. sorunlarıyla baş edemeyen çiftleri ayrılma kararını çoğu kez tatilde alıyor.
-
anlaşılan o ki, gündelik hayatın temposu, sadece para kazanma zorunluluğundan, çalışma azminden, iş hırsından filan kaynaklanmıyor; aynı zamanda bizi, çözüme kavuşturmakta zorlandığımız sorunlardan saklayan bir sığınak işlevi de görüyor.
193-
gün, kendi başına tam elma olmayı başarabilenlerin, aynı dalda yan yana durabilmesinin günüdür.
195-
insanın kesin seçim yapması gereken anlar vardır: kendi yaşamını tümüyle, eksiksiz, dopdolu yaşamak mı, yoksa ikiyüzlü bir dünyanın istediği yapmacık, sığ, onur kırıcı bir varoluşa sürüklenmek mi? -- O. Wilde --
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder