10 Ekim 2012 Çarşamba
babil'de ölüm istanbul'da aşk - iskender pala
kapı
29-
eski gemiciler, gizli haberleşmeleri için, bir fıçının üzerine sardıkları sahtiyanlara yazı yazar, sonra bu sahtiyanı kuşak diye bir tayfaya verirler, geminin vardığı yerde mektubu okumak isteyen kişi aynı çapta bir fıçı bularak sahtiyanı ona sardığında şifre kendiliğinden çözülüverirdi. şerit üzerine düzensizce serpiştirilen harflerin farklı çapta bir silindire sarılması durumunda ise şeritten hiçbir şey anlamak mümkün olamazdı.
39-
.. gecede düşüm, günde hayalim olan sevgilinin elini tekrar hissedecek miydim?
41-
bende Mecnûndan füzûn âşıklık isti'dâdı var
âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var
--
bende mecnun'dan da öte bir aşıklık yeteneği var. gerçek aşık benim ama mecnun'un adı çıkmış bir kere!..
47-
.. fuzuli aşkı anlatırken hep acıdan, elemden, ayrılıktan, yanmaktan, parçalanmaktan bahsediyordu. aşk ayrılığının bir azab olduğunu söylüyor, sonra da azabın "a-z-b" kökünden türediğini, bunun da "lezzet" demek olduğunu söylüyordu.
demek ki aşkın azabında bir lezzet vardı ve dertleri zevk edinmeyince aşkın tadı çıkmıyordu.
49-
aşkını gizli tutan aşık elbette açıklayandan üstündür.
acıyı kendisine ayırıp sevgiliye safa sunan aşık elbette daha üstündü.
52-
"leyla, eğer ben ben isem, nesin sen; yok sen sen isen, ya neyim ben?!.."
53-
"ey sevgili! hayli zamandır ben senim, sen de ben; biz iki bedende tek ruh, bir kabukta çifte bademiz, öyle iken sen ve ben diyerek arada ikilik çıkarmak bize yakışmaz!"
60-
selamdan sonra,
halda haldaşım, yolda yoldaşım, kara piri karındaşım,
--> bir mektuba başlarken...
105-
Gehî vuslatta âşık, gâh mechûr
Bu dünyadır gehî mâtem, gehî sûr
aşık bazen vuslattadır, bazen ayrılıkta.. dünya derler buna; bazen ölüm, bazen düğün
110-
"kadın", eski Türkçe'de "hükmeden ve emreden dişi" demekti
ve Hürrem'in yaşadığı bu sarayda, bu sözcük, en gerçek anlamını bulmuş gibiydi.
111-
bir kadının ancak bir erkek yanında güzel olduğunu düşünüyor, ikiye bölünerek yaratılan cinsiyetin bütünleşmesiyle hayatın devam ettirilebileceğine inanıyordu.
-
Rukâl'in duygusallığı, dişiliğinin önündeydi.
114-
cihânın nimetinden kendi âb u dânemiz yeğdir
elin kâşânesinden kûşe-i vîrânemiz yeğdir
dünya dolusu maldan, kendimize ait bir tas su ile bir lokma ekmeğimiz yeğdir. başkasına ait saraylardansa, köşesinde oturduğumuz viranemiz hoştur bize.
126-
.. aşk ile melâmet (kınanmışlık) eski bir şark töresidir.
buna göre âşık, öncel aklından kurtulmalı ve gönlünü ön plana çıkarmalıdır. akıl henüz insana hükmederken aşkta yücelmenin yolları kapalı durur. çünkü akıl insana dünya ilgilerini, sevgili dışındaki varlıklarla ilişkileri ve onları önemsemeyi telkin eder. oysa âşık, sevgiliden başka en ufak bir şeyi önemsediği zaman gerçek aşka eremez. sûfiler bu yüzden önce nefislerini öldürürler, âşıklar da akıllarını.
aklın ve nefsin ölmesi için de âşığın ayıplanması gerekir. çünkü insan egosuna en ağır gelen şey kınanmaktır.
136-
ne var ki ibrahim zorla kul olabiliyordu, rüstem ise kul olmaya gönüllü idi. ibrahim bir gözdeydi; rüstem ise bir köle. ibrahim tarih için yaratılmış gibiydi; rüstem bir uvertür idi.
her köle gibi o da açıktan sadık ama içten pazarlıklı olacaktı.
-
olunca bir kişinin bahtı açık talihi yâr
kehlesi (bit) dahi mahallinde onun işe yarar
-----
zamanın hekimleri cüzzamı teşhiste bit kullanıyorlar, cüzzamlı olduğu söylenen insanlarda bit bulunup bulunmadığına bakarak karar veriyorlardı. diyarbakır valisi rüstem'in damatlığına karşı çıkanlar onun cüzzam hastası olduğunu söylediler. hürrem bunun da çaresini buldu ve saray hekimlerinden birini gizlice diyarbakır'a gönderip ristem paşa'nın giysilerini kontrol ettirdi. talih ondan yanaydı ve rüstem'in çamaşırlarında bulunan ilk bit, zafer çığlıkları arasında istanbul'a getirildi, düğün dernek kuruldu.
154-
Bu, karanlıkta gözümü açtığım ve kaderimden kederime kaçtığımdır.
200-
Aşkımın bütünü gücünü susarak gösteriyor, böylece onu korumaya çalışıyordum.
Tanıklık yapmak aşkımı unutulmaktan kurtarıyor, her gördüğüm eşya, her duyduğum olaydan aşkıma bir paye çıkartıp büyütmemi sağlıyordu.
202-
... insanlar birbirlerine aşık gibi davranmaktan aşkın ne olduğunu ve aşkın felsefesini anlamaya fırsat bulamıyorlardı.
203-
roman, evlerin damını açıp okuyucuyu yatak odalarına götüren bir mahremiyetsizlikti sanki.
oysa şiir bütün heyecanı yüreklere yükleyen ve bu yüzden hep asil kalabilen bir tür olarak bilinir.
204-
burada söz, lâf gibi söyleniyor, orada kelâm oluyordu.
210-
onlar aşkı birkaç açıdan ele alıyorlar. mecazi, ilahi, mistik ve tensel. hilleli şairin önemsediği aşk ise platonik bir vadide akıyor. doğu'da gönül diye bir şey var ayrıca. kelime anlamı bizim yürek veya kalp dediğimiz şey ama ondan çok ayrı bir kavram. bir nesneden çok bir tavır, somuttan çok soyut bir öge. muhammediler dışında gönlün ne olduğunu tam olarak açıklamak mümkün görünmüyor. onlar da bunu açıklamıyorlar zaten, yaşıyorlar. çünkü aşk gönülde tecelli ediyor, doğuşu da varlığı ve batışı da gönülde. bizim bildiğimiz sevgi ve tensel ilişkiler doğulu aşkın yalnızca bir versiyonu, hatta en aşağı versiyonu. ondan ötede daha yedi katman var aşk için. bu öyle bir hastalık ki, hasta bu hastalıktan zevk alıyor ve kurtulmak, derman bulmak istemiyor. öyle bir acı ki, aşk sahibi bunu arzu ediyor ve aşk derdine uğrayan kişi bir daha iyileşmek istemiyor. acı çeken, acıdan kurtulmayı dilemiyor. zor gibi gözüken şeyleri kolay gösteren de, doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştiren de o. "seven" bir sıfat orada ve "sevilen" bir isim. o ismi bilmek sevmek için de, uğruna ölmek için de yeterli. seven sevilenin uğrunda daima hasret, hicran, ayrılık, firkat acıları ile besleniyor. acılar olmadan, uykusuz geceler olmadan huzur bulamıyor adeta. bu yüzden aşıklar doğu'da, yıldızların çobanları olarak bilinir. onların göz kapakları bulutlara ders okutur, gözleri denizlerle yarışır. sevgili uğruna canlarını öyle verirler ki, tekrar can verebilmek için tekrar dirilmek isterler. aşklarında ortaklık istemezler ve rakiplerine karşı acımasızlıkta zirveler alçak kalır. bu konuda şehirleri yakmak bir yana, harabeleri bile yeniden harap edecek kadar acımasız olabilirler. öyle aşıkları vardır ki, ünlü sufilerden arabi ve mevlana'nın aşk yorumlarına hiç durmadan yeni yorumlar ilave etmek ve onların bir cümlesinden her dakika yeni bir kitap çıkarmak istercesine derece derece aşkı çoğaltıp dururlar. onlar aşklarını arttırdıkça yazıcılar bunları daha abartarak yazarlar. aşk konusunda ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi üretilmiştir doğu'da.
yalnızca aşkı tanımlamak için harcadıkları mesaiyi söz gelimi hekimlik alanında harcamış olsalardı belki ölüme çare bulurlardı.
219-
kaderim ile hayallerim çakışacak mı, yoksa çatışacak mı, bilemiyorum.
286-
ey dil hele âlemde bir âdem yoğ imiş
var ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş
gam çekme hakikatte eğer ârif isen
farz eyle ki el'an yine âlem yoğ imiş
ey gönül! hele şu dünyada adam gibi adam yokmuş. var ise de gönülden anlayan bir sırdaş bulunmuyormuş. eğer bilge isen, şu dünya için asla gam çekme ve tut ki dünya diye bir şey de zaten yok imiş.
301-
bütün kölelerde olduğu gibi onların da kendilerinden başka insanlara sanki gizli bir kinleri vardı.
her ikisi de cesur idilerama bu cesaret onların yalnızca zalimliklerini besliyor; köleliklerinden sıyrılıp efendilik giysisine sokamıyordu.
303-
demek insanların ihtirasları bilimi boğmaya başlayınca gerçeklerden ziyade kurallar öne çıkıyor, hakikat yoldan çıkmaya başlıyordu.
353-
bu öyle bir sarhoşluk idi ki, ellerini hissettiğim her anda mutluluk ile birlikte bir de acı duyuyordum. mutluluğum vuslattan, acım ayrılık düşüncesinden idi. bazen bu ayrılık endişesinden vuslatın tadını bile çıkartamaz, azabım sevincimi kovardı. aşk zaten bu demekti. vuslatı isteyen âşık ayrılığa hazır olmalıydı. bunun içindir ki ben, en mes'ud âşıkın, devamlı vuslatı isteyen ama hiç vuslatı yaşamayan âşık olduğunu düşünüyordum. sevgilinin gelişinin ayak seslerini duyarak kıyamete kadar yaşanılabilir, ama vuslata erdikten sonra gideceğinin korkusuyla hemen can verilirdi. sonunda vuslat olan bir ayrılık, dertleri bile zevke dönüştürür, ama sonu ayrılıkla bitecek bir vuslat sevinci kedere boğardı.
402-
montesquieu'nün "şeref" dediği şey bir örümcek ağı hükmündeydi; küçük sinekler takılıp kalıyor, büyük sinekler delip geçiyordu.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder